Bitmeyen heyecan

Öğretmenler haftası nedeniyle yazılan bir anıdır. öğretmenliğin ve öğrenciliğin anlamına dair pek çok ayrıntıyı bu anıda bulabilirsiniz. sizleri anıyla baş başa bırakıyorum:
 
   Bazılarına göre köpük gibi düşünülen, uçtu uçacak gözüyle bakılan anılarla geçmişi icat edelim. Soluk yapraklardan parlak olanlarını seçelim. Bir yolculuğa çıkalım. Anılarda yolculuğa… Anı yolculuğuna…
   1995 yılında Şırnak"a atanan, gencecik öğretmenlerdik. Öğretmenlik aşk ve heyecanıyla doluyduk. Farklı bir coğrafyaya gitmiştik. Hastalananlarımız oluyordu. Hastalıklarımızda birbirimize destek oluyorduk. İlaçlarımızı paylaşıyorduk. Dertlerimizi paylaşıyorduk. Aynı sofranın etrafında aynı yemeklere kaşık sallıyorduk. O zaman Şırnak"ta öğretmenevi yoktu. 2–3 yıl sonra ancak yapılabildi. Tarım Müdürlüğü"nün binasında kalıyorduk. Buranın kendisine has bir kokusu vardı. Günlüklerimi karıştırınca o kokuyu hâlâ hissediyorum. İyi ki o günleri yazmışım, diyorum. Bugün o günlükleri karıştırıp okuyunca o yıllara gidiyorum. Onları birleştirerek anılarım oluşuyor. Yazmasaydım o güzel anılar yok olacaktı. Çok küçük ayrıntılar bile bugün benim elimin altında. 1994"ten bu yana yazdığım günlüklerim şimdi benim için zengin birer eser durumunda. Anıların birer vesika niteliği taşımasına bu günlükler katkı sağlıyor. Pek çok isim bu günlüklerde kayıtlı. Onların kendi haklarında unuttuklarını günlüklerim unutmadı. Kalemim es geçmedi.  
   O günlükler olmasa okulların açılışının 6. haftasına, 16 Ekim Pazartesi 1996 gününe dönemezdim. Maaşımın 12.540.000 lira olduğunu hatırlayamazdım. O gün Sergüzeşt romanını Çorumlu Hatice Öğretmen"e verdiğimi unutmuş olurdum. O günün sabahında ev sahibimin oğlu Ekrem Ercan"a ekmek aldırtmıştım. Tarhana çorbası yapmıştım. Ev arkadaşım Samsunlu Hüseyin telefon etmişti bana. Bizim memleketten arıyordu. O konuşma memleket havasını almama da yaramış oldu. Telefonumuz yoktu tabii. O zaman cep telefonları da yok. Bize gelen telefonlar için ev sahibimiz Mahmut amcanın evindeki telefonu kullanıyorduk. Hüseyin"le konuştuktan sonra, Mahmut amca çay ikram etti. İki bardak çay içtim. Sohbet ettik.
   Evime geçiyorum. Gecenin 11"inde yazı yazıyorum. Cizre"den aldığım 37 ekran televizyonda haberler var. Kulak kabartıyorum bir taraftan. Duygularım kapalı. Demirel siyasi liderlerle görüşüyor. Yeni hükûmet kurma çalışmaları sıkı bir şekilde devam ediyor. Dönüyorum maaş olayına. Maaşı alınca memurların yaptığı ilk iş borç ödemektir. Bakın neler almışım da ne ödemeler yapmışım o gün. Tüp ve ocak borcumuzu ödemek için Foto Halil"e, battaniye ve yastık borcumuzu ödemek için Berberoğlu"na gitmişim. Öğretmenevine olan borcumu ödemek için uğramışım. Uçan kuşa borcumuz var zahir. Domates, biber ve elma alarak dönmüşüm evime.
***
   İzmir"deki askerlik görevim bitmişti. Askerlik görevimin devamını öğretmen olarak Başkale"de tamamlayacaktım. Soğuk bir kış günü, Başkale bembeyaz taze karlarla örtülüyken Başkale"ye gitmiştim. Türkiye"nin en yüksek yerleşim yeriydi burası. Buraya gelen önce yukarıdan aşağıya büyük bir ihtişamla bakan dağı selamlamalıydı. Ben de öyle yaptım. Selamlama töreninden sonra da Müdürlüğe giderek göreve başladım.
   İnsanın iliklerine kadar işleyen soğuk havaların hâkimiyeti sürüyordu. Karlar üstüne taze karlar yağdıkça ve altta kalan karlar donup buzlaştıkça yolların şekilleri değişiyordu burada. Abartısız yolun belli bölümleri 1 metre yükselmişti. Ne zaman erir bu karlar, dediğimizde aldığımız cevapla daha çok şaşırıyorduk. Mayısı bile geçer, diyorlardı.
   Yollar, dağlar buz tutmuştu. Vücutlarımız da bu soğuktan nasibini alıyordu. Yüksek rakımdan ve soğuk havadan burun deliklerimiz yara olmuştu. Ancak bu soğuklar ruhumuzu, içimizi ve ideallerimizi etkileyemiyordu.
   Askerlikte son metrelere girmiştim. Artık bu durumu bir şekilde öğrencilerime duyurmalıydım. 6-B"de aldığım öğrenciler 7-B"li olmuştu. İyice kaynaşmıştık. Çok sevmişlerdi beni. Bu karşılıksız bir sevgi değildi. Yapılandırıcı eğitimi o yıllarda Başkale"de bu öğrencilerimle uygulamıştık. Orada anlattığım dersten aldığım zevki hiçbir yerde alamadım. Derslerimizi ayakta tutan sevgi, saygı, özveri ve birlikte iş yapma gücüydü. Buraya asker olarak geldiğimi öğrencilerime uzun süre söyleyememiştim. Bu kadar kaynaştıktan sonra gideceğimi nasıl söyleyecektim? Bu çok zordu.
***
   Bir gece kapı komşumuz Gönül"ün babasının kalp krizi sonucu genç yaşta ölmesiyle sarsılmıştık. Gönül 8. sınıfta okuyordu. Ondan küçük üç kardeşi daha vardı. Geride dul bir kadın ve dört çaresiz yetim kalmıştı. Onlara baktıkça kendi yetimliğim aklıma geliyordu. Aynı yaşlarda babasızlığın ne demek olduğunu, acısını, yalnızlığını, çaresizliğini, sahipsizliğini en derinden hisseden birisiydim. Ani gelen ölümün taziyesi için arkadaşlarla cenaze evine gittik. Bize göre erken bir saatte gitmiştik. Ancak geç kalmıştık. Cenaze sabah namazının peşinden defnedilmişti. Şaşırmıştık. Acele edilmesi gereken durumlardan biri de cesedin toprağa verilmesiydi. Çünkü taze ölüyü toprak bekliyordu. Diğer taraftan taze, körpe fidanlar ne olacaktı? Ben onları düşünüyordum. İtilip kakılacaklar mıydı? Babasızlığın acısı içlerinde nasıl yaralar açacaktı? O yaraları onaracak birileri karşılarına çıkacak mıydı?
   Bir gün dersteyim. Gönül"ün kardeşi öğrencim Sibel yanıma geldi. Uzun kirpikleri altındaki siyah gözlerini kırpa kırpa: “Hocam size bir şey diyebilir miyim, dedi. Diyebilirsin, söyle kızım, dedim. Söylemekle söylememek arasında ürkek bir tereddüt içerisindeydi. Sesli söylemek istemiyormuş. Arkadaşlarından çekiniyormuş. Cesaretini toplayıp yanıma gelmişti. Derdini söylemeden gitmek olmazdı. İkna edip yüreklendirince Sibel söyleyeceğini kulağıma eğilerek bir çırpıda söyleyiverdi. Hocam ben size hediye alacağım. Ama siz de bana hediye alacaksınız. Olur mu? Tamam, olur. Bu samimi sözler karşısında gülümsüyorum. İçten, çocuk temizliğiyle gelen, küçük yürekten çıkan büyük istekle karşı karşıya kalmıştım. Böyle bir durumla ilk defa karşılaştığım için şaşkındım. Sibel ile hediyeleştik. Hediyeleşmenin gerekliliğini uygulamalı olarak yaşamış olduk.
***
   Şırnak Mehmetçik İlköğretim Okulu"nda kış mevsiminde 6. saatteki derslerimizi yapamıyorduk. Çünkü burada elektrikte sıkıntı vardı. Aşırı yüklenmeden dolayı akşam olmasıyla elektrikler kesilirdi. Etraf zifiri karanlığa bürünürdü. Okulumuz şehrin dışında bir yerdeydi. Kıvrak, patika yollardan geçerek evimize ulaşabiliyoruz. Fırınlarda pişen ekmek kokuları açlığımızı daha da artırıyor. İkram ediyorlar utancımızdan almıyor, sonra pişman oluyorduk. 20 dakikalık karanlık yolculuğumuzu öğrencilerimizle yapıyorduk. Gündüz biz onlara fener oluyorduk, gece ise onlar bize kılavuzluk ediyordu. Onların yanında kendimizi son derece güvende hissediyorduk.
***
   Bir bahar günüydü. Okul çıkışı eve gidiyorduk. Genelde burada yolda giden öğretmenin etrafında en az 5–6 kişilik bir öğrenci grubu olurdu. Öğrencisiz sokağa çıkmazdık. Güneş, Cudi"nin tepesine sararan yorgun renkleriyle oturmuştu. Böyle bir havada öğrencilerimle yürüyorduk Şehri Nuh sokaklarında. Dikkatimi bir öğrenci çekti. Birinci kademe öğrencisiydi. Senin evin bu tarafta mı kızım? Hayır örtmenim. Peki, neden bizimle geliyorsun? Eve geç kalırsın, annen merak eder. Yoook, birazdan dönecem. Elif ile biraz daha konuşunca şunu öğrendik: Elif, beni namaz kılarken gördüğü için sevmiş, babasına benzetmiş ve kendine yakın bulmuş. O sevgiyle benimle yürüyen öğrencilere o da katılıyormuş. Öğrencinin gözlemciliği karşısında kendimize biraz daha çeki düzen vermemiz gerektiğini anladık. Bir kalbe girmenin çok zor olmadığını öğrendik. O günden sonra yol arkadaşlarımıza Elif"i de ekledik. Gelmese aradık, sorduk.
***
   Anılar eksik yaşamların izdüşümleridir. Yaşamlardaki eksiklikler bazen anılarla tamamlanır. İnsanları gecelerce ağlatan anılar da vardır. Her ne olursa olsun anı oluştuğu dönem hakkında bilgi veren bir belge gibidir. Anıları okuyanlar anılarda magazine ait bilgilerin dışında bilgiler bulmalıdırlar. Dersler çıkarmalıdırlar. Ünlü kişilerin anılarını merak ederiz. Nasıl millete mal oldukları anılarında gizlidir. Kişisel de olsa anılardan fayda temin etmek elimizdedir.
   Bir öğretmenin anı sofrasında kendi öğretmenlerinden izler mutlaka olur. Anılar ilkokulda başlar oluşmaya. Yazmasanız da unutulmayan anlar vardır. Ancak yazmak bir başkadır. Okulun ilk günüydü. Okulu ev gibi düşünmüştüm. Ayakkabılarımı çıkarıp girmek istiyordum. Diğer öğrenciler ikna etmeye çalışıyordu beni. Hatta Müslüm diye benden büyük bir öğrenci “Bak ben giriyorum” diyor ve giriyordu okula. Ancak ben yine ikna olmuyordum. Sen naylon ayakkabı giyiyorsun. Ben ise lastik. İlk öğretmenim Davut Uncu"nun gelmesiyle okuldan içeri giriyordum. Bana okumayı, yazmayı, kalem tutmayı öğretti Davut Öğretmen. Çok sevdiği öğrencilerindendim. Okula geç başlamıştım. Sınıf atlamam için annem ısrar ediyordu. Öğretmenim her seferinde annemi ikna edip gönderiyordu. Beni bir türlü başka bir öğretmene vermiyordu. 11 kişilik sınıftan üniversite okuyan tek kişi ben oldum. O bir öğretmendi ve bendeki ışığı görmüştü. Müdürümüz Erçin Güneri, o da beni çok seviyordu. Hâlâ da görüşüyoruz. Sevgisi hiç azalmamış. Ortaokulda okurken Samsun"dan 19 Mayıs"a gidiyorduk. Erçin Öğretmen ile aynı minibüsteydik. Onun bir yanında benim, diğer yanında Selami. Yol paralarımızı veriyor. Utanıyoruz, sıkılıyoruz. Bizi rahatlatmak için “Siz de öğretmen olunca benimkini verirsiniz.” diyor. Aslında benimle ilgili anıları en güzel şekliyle bu nadide öğretmenlerimden dinleyebilirsiniz. Bunu onlarla karşılaştıkça ben yapıyorum. Mikrofonu onlara uzatıyor, ben dinliyorum. 
***
   Ortaokul yılları başlıyor. Köyden şehre inince önce bocalıyoruz. Sonra alışıyoruz. Ortaokulda unutamadığım ve çok sevdiğim Muhammet Köksal ile yollarımız kesişiyor. Türkçe dersinden 100"lük sistemde 23"ten iki alıyorum. Sonra 4 ve 7. Karneme sadece yıllar sonra benim de okutacağım bu önemli ders zayıf geliyor. Muhammet Hocamız bize zorluklarla dolu hayat yolunda kılavuzluk edecek güzel nasihatler ediyor. Yanlışlarımıza çok üzülüyor. O anlardaki jest ve mimikleri hiç hafızamdan çıkmadı. Onun tavsiyesiyle ilk defa bir kitap alıyor ve okuyorum: Hekimoğlu İsmail"in Minyeli Abdullah"ını. Öğretmenimiz bize şekil veriyor. Adeta yoğuruyor bizi. Şu an aynı görevi icra ettiğim için çok mutluyum. İshak Okutan bizler için kendini parçalıyordu. Dersin bir dakikasını bile boş geçirmiyordu. Sonra Hüseyin Arslan dersimize geliyor. O da bildik öğretmenlerin dışında bir öğretmen. Tam bir ağabey gibi. Samimi ve içten davranıyor. Verdiği fotokopilerden hâlâ faydalanıyorum.
***
   Üniversitede de çok değerli hocalarımızla karşılıyoruz. Şu an emekli olan Prof. Dr. Celal Tarakçı Hocamızın üzerimizdeki hakkı çok fazladır. Şimdi o hakları ödemenin telaşı içerisindeyiz. Serin bir sonbahar günü Celal Hocam beni çağırtmıştı. Bir önceki dersine girmediğim için telaşlanıyordum. Bana duyduğu güveni sarsmaktan korkuyordum. Bu hatamın hesabını mı soracaktı acaba? Kitaplarım koltuğumun altında olduğu halde kapısını çekine çekine vurarak içeri girdim. Kitap okuyordu. Türkçe öğrenmek isteyen David Burns adlı bir Amerikalı"ya Türkçe öğretebilir misin, dedi. Korkularım karşısında böyle bir teklife ne denirdi? Severek "evet" dedim. Mutlu oldum. Bana akıl da verdi. 8 ay aralıksız David"e Türkçe öğrettim. Bana büyük deneyimler katan, para da kazandıran bu kurs imkânını sunan Celal Hocama Allah sıhhat, afiyet, uzun ömür versin. Eski Türk edebiyatını bize sevdiren Ali Osman Coşkun"u unutamam. Tez aldığım Prof. Dr. Mustafa Özbalcı Hocamın nasihatleri kulağımda dünkü gibi taptaze duruyor. Şiirleri yaşayarak okurdu. Yazdığı bir kompozisyon keşfedilmesini sağlamış. Edebiyata yönlendirilmiş. İyi ki edebiyatçı olmuş. O da sağlam bir çınar olarak tüm heybetiyle bizlere çok bilgiler verdi. En mükemmelden yana, en güzelden yanaydı. Stajyerlikte danışman hocam olan Ahmet Çoban"ı anmadan edemem. Samsun İHL"de stajyerliğimi yapıyordum. Zeki Kola Hocamın yanında derslere giriyordum. Danışman Hocam Ahmet Çoban bir gün derse beni dinlemek üzere gelmişti. Konumuz Yunus Emre idi. Zeki Hocam Yunus Emre konusunda derin bilgisi olan Ahmet Çoban Bey"i bize bilgiler vermek için kürsüye çağırınca hocam hiç tereddüt etmeden kabul etti. Bir ders saati bile yetmedi ona. Zilin çalması üzdü onu. Ben ders anlatamadım o gün ama çok güzel bir gündü. Bir trafik kazasında vefat ettiğini duyunca çok üzülmüştüm. Genç yaşta kaybettiğimiz hocama Allah"tan rahmet diliyorum. Sonra genç öğretmenlerimiz Dursun Ali Tökel, Şaban Sağlık, Bekir Şişman, Şahin Köktürk… hepsi bizim için birer ışık kaynağıdır. Mustafa Kırcı Hocam, geçende ziyaretine gittim. Bana saygı duyuyor, utanıyorum. Kendisi alçakgönüllü. Çok dolu. Bilgilerini anlatacak, anlattıklarını dinleyip uygulayacak neslin azlığından şikâyet ediyor. Güzel dilimizin yozlaşmasından yakınıyor. O kadar haklı ki… O kadar heyecanlı ki… Onda mesleğe yeni başlamış bir öğretmen heyecanı var. Dinlemeye doyamıyorum. Söylediği kitapları almak üzere not defterime yazıyorum. Borç alan emir alır, diyor. Adama göre iş, işe göre adam bulmanın gerekliliğini vurguluyor. "için" kelimesi yerine kullanılan "adına" kelimesini eleştiriyor. Sonra bakıyorum ki ben de yazılarımda kullanmışım. Hemen düzeltiyorum. Mustafa Hocam öğretmenliğe dair en güzel ve büyük sözünü de Mesnevi sohbetinde söylüyor:
    Aşk-ı cihânı bu dil-i nâlâna verdiler,
    Bir râşedâr ele dolu peymâne verdiler.
   (Dünyanın aşkını, yükünü bu inleyen hasta kalbe verdiler. Titreyen, hasta bir ele dolu bir kadeh verdiler.) Bu ağır yükün altından nasıl kalkılacaktı? Bin bir başlı kartal nasıl taşınacaktı? Ortada ağır bir imtihan vardı. Öğretmen imtihanı.
   Öğretmenlerimizdeki heyecanı görüp yaşadıkça ben de bu aşk ve heyecanım hiç bitmeyecek diyorum. Bitmeyecek bir heyecanla geleceğe güzellikler bırakmak için var gücümle çalışacağım. 
İSA ABANOZ  

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
İsa Abanoz Arşivi
SON YAZILAR