İSMAİLAĞA HOCAEFENDİ'Yİ ÖZLÜYOR

İsmailağa cemaati Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin Çarşamba'da yaşayıp derslere katıldığı günlerin özlemini yaşıyor. Sevenleri, sağlık sorunları sebep gösterilerek İsmailağa'ya 'uğratılmayan' Hocaefendi'nin Beykoz Çavuşbaşı'ndaki evinden Çarşamba'ya geri dönmesini istiyor. Bu haftaki Pazar Sohbetimizin konuğu İsmailağa cemaatinin lideri Mahmut Ustaosmanoğlu. İsmailağa cemaati sağlık sorunları nedeniyle derslere ara veren Hocaefendiyi çok özlüyor. İsmailağa'da dersler normal rutiniyle devam ederken cemaat üyeleri, Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendi'nin katılımını ve sohbetlerini bekliyor. Cemaati ile tekrar bir araya geleceği günleri sayan Hocaefendi ile arkadaşımız Bekir Duran'ın gerçekleştirdiği işte o sohbet...

Bekir DURAN: Hocam okurlarımıza kısaca kendinizden bahsedermisiniz?

Mahmut Efendi: Ben 1929'da Trabzon vilâyetinin Of kazasının Miço (Tavşanlı) köyünde doğdum.Babam Mustafa oğlu Ali Efendi, Annem ismi Tufan Kızı Fatımadır.


Bekir DURAN: Hocam Babanız köyünüzde imamlık yapmış biraz babanızdan bahsedermisiniz?

Mahmut Efendi: Babam köyümüzün camisinde imamlık yapardı, babam aynı zamanda ziiratla meşkul olduklarından camiye gelemezler dediklerini hatırlıyorum. Babam namazı tek başına kılmak zorunda kalacğını bildiği halde işini bırakır, yine de namazını camide kılardı. Babam ibadetine düşkün, çoça kur'an okuyan kanaat ehli kimse idi. hatırladığım kadarıyla 1954 senesinde zorluklarla biriktirdiği parasıyla hacca gitti ve Mekke-i Mükerreme'de rahatsızlanarak vefat etti. Cennetü'l-Mela'da, daha önce orada vefat etmiş bulunan dedem, Mustafa Efendi'nin yakınına defnedildi.

 


Bekir DURAN:Hocam İlme başlamanızdan ve Hocalarınızın İcazetinizden bahsedermisiniz?

Mahmut Efendi: Ben altı yaşlarındayken hafızlığa babamın ve Annemin yanında başladım.Küçük yaşıma rağmen namazlarımı camide kılıyordum,nafile ibadetlere de itham göstermeye özeniyordum. Hafızlığı bitirdikten sonra Ramazan ayında Kayseri'ye gittim o bölgenin muteber ulemasından olan Tesbihçizade Ahmet Efendi'den sarf, nahiv ve Farsça okudum. Kayseri'de bir sene kaldıktan sonra memleketim Of'a döndüm zamanın en meşhur kıraat alimi Mehmet Rüştü Aşıkkut Hoca Efendi'den Kur'an-ı Kerim kıraat ettim daha sonra. Belağat, ilm-i kelam, tefsir, hadis, fıkıh ve usûl-ü fıkh gibi sâir ulûm-i şer?iyyeyi ise aklî ve naklî ilimlerde mütehassıs ulemâdan ve Süleymaniye Medresesi dersiâmlarından olan eniştem Çalekli Hacı Dursun Fevzi Efendi'den ikmal ederek henüz on altı yaşında iken icazet aldım. Kendim okurken okutmaya başladığım talebeleri yedi sene okuttuktan sonra askere gitmeden icazet verdim ki o tarihlerde bu,başarılması çok zor bir işti.

Bekir DURAN:Hocam Şehhi Ali Haydar Efendi'yle tanışmanız nasıl oldu?


Mahmut Efendi: Askerde bulunduğum sırada ise hayatımı seyrini değiştirecek olan en büyük üstadımız ve şeyhi Ali Haydar Efendi'yle tanıştım. Ali Haydar Efendi Hazretleri Osmanlı sultanlarından son dört padişahın huzur hocalarından olup, Meşîhat-ı İslâmiyye'de Hey'et-i Te'lîfiyye Reisi idi. Müteassıb bir Hanefî olan Ali Haydar Efendi “Mezâhib-i erbe?anın fıkıh kitapları kaybolsa hepsini ezberden yazdırabilirim” diyecek derecede dört mezhebin fıkhına da vâkıf biriydi ve aynı zamanda dört mezheb müftüsüydü. Mecelle'nin “Büyu? ve icâre” bölümünün hazırlanması Kendisine tevdî edilmiş, Seçtiği sekiz kişilik ilmî bir heyetle bu kısmı itmam etmişti. Daha sonra İstanbul müftülüğü ve diyanet işleri reisliği yapmış olan Ömer Nasûhi Bilmen gibi muktedir bir fakîh bu heyette Kendisinin dördüncü kâtibiydi. Ali Haydar Efendi son devir Osmanlı ulemâsının en büyüklerinden sayılan merhum Zâhidü'l-Kevserî'ye bir fetvasından dolayı Meşîhat'ta çıkışmış, sonra Kahire'ye gidecek olan talebesi Emin Saraç Hoca Efendi ile: “O şimdi muhâcir oldu, ben bir defa kendisine çıkışmış idim, hakkını bana helal etsin” diye kendisine haber gönderdiğinde Zâhidü'l-Kevserî: “O bizim üstadımızdır, her zaman bize çıkışma hakkına sahiptir” diye kendisinden övgüyle bahsetmişti. şöyle ki: Ali Haydar Efendi'nin kırk sene evvel vefat etmiş olup Bandırma'da medfun bulunan şeyhi Ali Rıza Bezzaz Hazretleri bir gece İstanbul'daki tekkede bulunan Ali Haydar Efendi Hazretleri'ne mânevî yolla zuhur edip, o günlerde orada askerde bulunduğum sırda beni takdim ederek: “Bandırma'ya hemen gel ve buradaki emaneti al” diye emir buyurmuştu. Bunun üzerine Ali Haydar Efendi derhal Bandırma'ya gidip Tekke Câmii'ne varmış ve yanında bulunan müridlerine: “Burada bir asker var, onu bulun ve bana getirin” buyurmuş. Benim adım soy adım ve adresim belli olmadığı için işleri hiç de kolay olmamış diye bliyorum.“Küçük yaşlarımdan beri âlimlere ve şeyhlere karşı muhabbetim vardı. Nerede bir âlim, bir Allâh dostu olduğunu öğrensem onu ziyaret ederdim. Bandırma'da acemi birliğinde askerlik yapıyorken orada da ziyaret edip, duasını alabileceğim âlim bir zat, bir şeyh efendi var mı diye merak ediyordum. Orada Halil Efendi isminde takva sahibi bir zat vardı. Bir keresinde ona: 'Buralarda şeyh yok mu?' diye sordum. O da bana Ali Rıza Bezzaz Efendi Hazretleri'nin kabrini göstererek: 'Bu zatın halîfesi var, lakin O da İstanbul'da' dedi. Bunun üzerine ben o zatın kabrini ziyaret ettim. O'nun halîfesini de ziyaret edip duasını almayı arzu ettiğim için, 'Bir fırsatını bulup İstanbul'a nasıl gidebilirim?' diye düşünmeye başladım, işte o anda kalbim O zata doğru aktı. Artık daima O'nu düşünür oldum. Bir gün Bandırma'da deniz kenarındaki Haydar Çavuş Câmii'nde cuma namazını eda ettim. Namazdan sonra câminin bir köşesinde beyaz sarıklı, beyaz cübbeli, gayet heybetli ve nûranî bir zat gördüm. Bana padişah gibi heybetli geldi. O zatın kim olduğunu sorduğumda bana: 'İşte O zat Senin görmek istediğin Ali Haydar Efendi Hazretleri'dir' dediler. Çok sevindim ve O'nunla görüşmek istedim. Fakat yakınları temkinli davranıp bana: 'Zaman çok kötü, bu zat takipte. Gece gelirsen görüşürsün' dediler. Gece gittiğimde rahatsız olduğu için erken yatmıştı. Kendisiyle ancak ertesi gün görüşmek nasip oldu, huzuruna girdiğimde beni görür görmez: 'İşte kitaplarımı teslim edeceğim kişi budur' dedi. Böylece görüşüp tanıştık, Beni Kendisine mânen Şeyhi'nin teslim ettiğini bildirdi ve Kendisinden ayrılmamamı tenbih etti, bir daha da O'nu hiç bırakmadım.”

 

Bekir DURAN: Hocam İlme verdiğiniz önem ve Dini İlimlerin Neşrinden bizlere bahsedermisniz?


Mahmut Efendi: Tabki. Şeyhi Ali Haydar Efendi'nin vefatından sonra  hayatıma yeni bir merhale başlamış oldum. Bir taraftan imamlık yaparak cemaatle, bir taraftan talebe okutmakla, diğer bir taraftan da Ali Haydar Efendi Hazretleri'nin vasiyeti vechile tarikat ehli ihvanı irşâd ile meşgul oluyordum. İmamlık yaptığım İsmailağa Câmii'ni hem tekke hem medrese hem de emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i ani'l-münker merkezi olarak kullanıyordum. Osmanlı medreselerinde takib edilen usul üzere daha askere gitmeden önce memleketinde birçok talebe okutmuş idim ve birçok kimselere icazet vermiş idim. O zamanlarda ilim okumak ve okutmak hele ki sünnet-i seniyyeden taviz vermeden bu işi yapmak hiç de kolay değildi. Köylerde cenazeleri kaldıracak, ramazanlarda teravih kıldıracak ve mukabele okuyacak kişileri bulmak bile zor hale gelmişti. Avam halk Kur'ân-ı Kerîm'i okuyamaz, namaz kılmayı bilemez, dînî vecîbelerden bîhaber ve dahî îman şartlarını sayamaz ve kelime-i şehâdeti bile telaffuz edemez hale gelmişti. On sekiz sene ezân-ı Muhammedî Türkçe okutulmuş, Arapça okuyanlar takibe uğrayıp cezalandırılmıştı. Din adamları ve mütedeyyin insanlar basın-yayın organları kullanılarak kötülenmiş, iftiralar atılarak halkın nazarından düşürülmeye çalışılmıştı ve bu işte oldukça mesafe de kat edilmişti.
Sakallılar, sarıklılar papaz diye yaftalanmış, çarşaflılar öcü gösterilmiş ve hatta fahişe ithamlarına hedef kılınmışlardı. Bu maksatla nice filimler, tiyatrolar ve piyesler düzenlenmişti. Bu iş meydanlarda çarşaf çıkarma merasimleri icra etmeye kadar varmıştı. İlkokuldan itibaren çocuklar bu telkinlerle büyütülmeye başlanmıştı. İnsanlar körü körüne Avrupa'yı taklit etmeye teşvik edilmiş ve bu hususta bütün ölçüler ayakaltına alınarak her türlü rezalet açıktan işlenir hale gelmişti. Dînî ilimleri içeren kitaplar bir yana Kur'ân-ı Kerîm okumak bile yasaklanmıştı. Bu şartlar altında dînini öğrenmek isteyenler dağlarda, mağaralarda, ahırlarda ve mezarlıklarda köşe bucak kaçarak, dışarılara nöbetçiler bırakarak ders okumaya çalışıyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm'i Arapçasından okuyabilmenin bile ulaşılması çok zor bir iş olduğu bu ağır şartlar içerisinde  kırk-elli senelik kısa bir zaman zarfında erkekli kadınlı binlerce hoca, on binlerce talebe yetiştirmesinin ve milyonlarla ifade edilen sakallı erkeklerin ve çarşaflı kadınların yetişmesine sebep olmasının her türlü takdirin fevkınde bir hizmet olduğu âşikardım. On beş-on altı yaşlarındaki gençlerin sakallarına jilet vurmaması, sarık, şalvar, cübbe giymeleri, hafızlık yapmaları ve Kur'ân ilimlerini tahsil etmeleri, genç kızların çarşaf giymeleri ve küçük yaşlarda Kur'ân'ın manasını anlayacak seviyeye ulaşmaları hiç şüphesiz büyük bir gayretin ve yüce bir mânevî tasarrufun eseridir.


Bekir DURAN: ilim Neşrinde Takip Ettiğiniz Usullerden okuyucularımıza bahsedermisniz?

Mahmut Efendi: Türkiye şartlarındaki insanların ahvâline göre ilmi artırmada kullandığı tedrîcî üslub hayret vericidir. Hatta bâzı ilim ehli kimseler bu husustaki inceliğe muttalî olamadıklarından kendisini tenkid bile etmişlerdir. Çünkü insanlara “Emsile, Bina, Avâmil okuyun yeter” diyerek ilme teşvik ediyordum. Kur'ân-ı Kerîm okumayı dahi bilmeyen, geçim derdine düşmüş bir millete “On beş-yirmi sene ilim okumalısınız” demiş olsaydım acaba bu ilmi kim kabul ederdi. İlmin temelini bu şekilde atarak birçok talebeler yetiştidim. Artık “Uzun uzun tefsirler, uzun uzun hadisler, fıkıhlar okuyun” diyor ve hoca olduktan sonra yedi sene fıkıh ihtisası yapılması gerektiğini söyleyerek içindeki niyetini dile getiriyordum. Bu arada kadınların cahil kalmalarına gönlü razı olmadığığımdan bu konuda da yeni bir çalışma yapıyordum. Kadınlara İslamiyet'i en kolay yine kadınlar anlatabileceği için onlardan da hocalar yetiştirmek gerekiyordu. Erkeklerin, kendilerine mahrem olmayan kadınları hele ki böylesine bozuk bir zamanda okutmaya kalkmaları birçok mahzuru beraberinde getireceğinden bu işe şöyle bir çare buldum; önce erkekleri okuttum, sonra erkek hocalara hanımlarını ve kızlarını okutmalarını emretti. Kocalarından veya babalarından okuyan hanımlar da diğer hanımları okuttular.
Kadınların nurlarını söndüren unsurlar erkeklerinkinden daha az olduğu için kısa zamanda kadın medreseleri çoğaldı ve yayıldım. Öyle ki okuyan kadınların sayısı erkekleri geçti. Nice kızlar hâfızlık yaptı ve niceleri hoca olup sâir kadınların hidayetlerine vesîle oldular. “Boğaz köprüsünü alelâde marangozlar, demirciler yapabilir mi? Büyük mühendisler, büyük mimarlar lazım. İşte bu din köprüsünü de küçük hocalar yapamaz, büyük âlimler lazım.”

Bekir DURAN: Hocam Şeriad ve Sünnete İttibasından bahsedermisniz?


Mahmut Efendi: Ben insanları sadece sözümle değil, hâliyle de ilme ve ibadete teşvik etmeye  hiçbir ibadeti bırakmadım ve istikametiyle görenleri gayrete getirmiştim. Farz namazların evvel ve âhirindeki sünnet namazların hâricinde teheccüd, işrak, kuşluk, evvâbîn, tahiyyetü'l-mescid ve abdest şükür namazı gibi nevâfili hiç terk etmemim hatta Hadîs-i şeriflerde zikrolunan nâfile namaz, oruç ve zikir gibi ibadetlere devam etmiş, Müslümanları da teşvik etmiştir. Üstad Hazretleri'nin unutulmuş sünnetleri diriltmesi, sünnetlerden mâadâ edeplere bile farz gibi riayet etmesi Müslümanlar tarafından sevilip takdir edilmesine vesile olmuştur. Türkiye'de “Takva” denilince, “Sünnet-i seniyyeye ittib┠denilince akla gelen ilk isim olması bu dikkatinin netîcesidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
8 Yorum
Pazar Sohbeti Arşivi
SON YAZILAR