Abdurrahman Bahadır

Abdurrahman Bahadır

ŞERİFE HALA

ŞERİFE HALA

 

Hayatında yaşadığı zorluk ve sıkıntılar, yüzündeki çizgilerden okunuyordu. Her başladığı yeni günün, sıkıntılarını kucaklayacak kadar dirençli idi Şerife hala. Onun azmi ile kararlılığı hayat mücadelesinden okunuyordu. 
Bir gün kendisi ile beraber, Kebi yaylasına gidecektim. Erken kalkıp evlerinin kapısını çaldığımda ses seda yoktu. Belli ki sabah namazında yola koyulmuştu. Ona kavuşmak için çok hızlı yürüyüp ona yetişmeliydim. Çünkü yaşım küçüktü ve tek başıma gidemezdim. Güneç Cuma dağının tepesindeki ağaçların arasından süzülerek Cuma dağının gölgesini Hortokop tepelerinden siliyordu. Raşiya varmadan madenlerde yetiştim kendisine. Ağır olan sepetinin altında iki büklüm olmuş ormanın sessizliğinde yürümeye devam ediyordu. Şerife hala diye seslendim. 
Geriye doğru dönerek “Rahman sen misin uşağum? Kavuştun mu beni?" diye cevap verdi bana. İsmimi tam olarak söyleyemediği için Rahman diye ismimin yarısını hep söylerdi. Hem ben hem de o çok yorulmuştuk ve hemen orada oturuverdik. Yüzünde damla damla olan terlerini peştemalının ucu ile silmeye başladı." Habu sepetimde biraz ağır oldu “diye yakındı." Bekledim seni sen gelmeyince evden çıktım" diye sözlerine devam etti. Onu yetiştiğim için sevinci yüzünden okunuyordu ve her ne kadar çocuk olsam da yol arkadaşı olacaktım ona. Biraz dinlendikten sonra “gidelim uşağum" diyerek paneford olarak kullandığı eski bir hırkayı sırtına düzelterek sepeti arkasına yüklendi. 
Yayladan köyden konuşarak yürümeye devam ediyorduk. Yaylaya giden atlılar bir bir geçmeye başladılar bizi. Ormandaki çam ağaçlarının arasındaki yol Raşi başına getirmişti bizi. Oradaki çeşmenin başında yine mola verdik. Oturduğu yerden, sepetinden sıyrılıp tahta oluktan akan sudan önce elini yüzünü yıkayıp ve daha sonrada avucu ile su içtikten sonra sıra bana gelmişti. Ben su içerken o peştemalı ile yüzünü kuruluyordu. Daha sonra sepetinden çıkardığı mısır ekmeği ve minziyi benimle paylaşarak karnımızı doyurduk. 
Oradan da kalkarak yolumuza koyulduk. Yolumuz epeyce uzundu. Taş boğazı yokuşu Şerife halayı fazlasıyla yoruyordu. Yol kenarında gördüğü yüksek taşlara sepetini yaslayarak ara ara hem soluklanıyor hem de dizlerini dinlendiriyordu. Bende bunu fırsat bilerek çam ağaçlarından sakız yapmaya çalışıyordum. Yol boyunca anlattıklarından anlıyordum ki Şerife halanın ömrü bu yollarda hep böyle geçmişti. Aşağıya çayır veya odun, yukarıya ise yem ve yiyecek taşıyordu. 
Küçük Livera ve büyük Livera''dan yaylaya giden at, eşek ve sepetli kadınlar, tempomuz ağır olduğu için bizi çoktan kavuşmuşlardı. Koca bir kervan oluşturmuştuk ve daha sonra bizde onların temposuna uyarak Taş boğazının zikzaklı yokuşunu tırmanıyorduk. Nal ve Eşek sesleri, kadınların birbiriyle olan sohbeti ormanda sessizliği iyice bozmuştu. Kan ter içinde Taş boğazının rampasını bitirmiştik. 
Atlar önden, peşinde Eşekler ve en arkada Şerife hala ve ben yürüyorduk. Zaveriksa''ya gidecekler Vanya suyuna doğru giden yola doğru ayrıldılar. Bizim daha çıkacağımız yokuş yol bitmemişti. Şerife hala yaşmağının ucuyla ara ara yüzünden akan terleri siliyordu. Kervan sanki bizi peşinden sürüklüyordu ve Galyan yoluyla birleşince yolumuzdaki yokuş bitmişti. Artık yürüyüş temposu artacaktı. Nuri dayı Atın üstündeki teybi alarak pillerini yerleştirdi. Kemençe kasetiyle yorgunluğumuzu unutturdu bize. Zaveriksa''nın başından ilerlerken Kapıköylü ve Gizeralı yolcularla birleştik. 
Yolumuzun kalan kısmında bize gölge edecek orman yoktu ve Güneş iyice bunaltmaya başlamıştı bizi. Galyan tarafından ara ara esen serin rüzgâr imdadımıza yetişiyordu. Kafura deresi her zamanki gibi sisli bir havaya razı gibiydi. Kusal kahvesine varmıştık. Şerife halayla dışarıda kahve duvarının gölgesine oturduk. Hayvanları olanlar yere çakılı kazıklara hayvanlarını bağladıktan sonra 
yem torbalarını başlarına geçirip kahveye 

girdiler. Raşida yediğimiz mısır ekmeği ve minziden arta kalanı önümüze açıp yemeğe başladık. Kahvenin içindeki yüksek sesli sohbet ve kahkahalar bize kadar geliyordu. Kimin ısmarladığını bilmediğimiz çayları, kahveci Murat bir tepsi ile getirdi bize. Şerife halanın halini hatırını sorduktan sonra kahveye geri döndü. 
Çayımızı içtikten sonra, atlılardan önce Kebi yaylasına doğru yürümeye başladık. Şerife halanın iyice yorulduğu her halinden belliydi. Atlılar bizi yetiştiler. Onlara yol verdik ve önümüze geçtiler. Kebi yaylasına yaklaşmıştık. Sağımızda ve solumuzdaki zifin çiçekleri yolumuzu süslüyordu. Biz Kebi yaylasına ayrılırken diğer yolcular daha yukarıdaki yaylalara doğru yürümeye devam ediyorlardı. 
Yaylaya girerken ormanla çimenin birleştiği yerde çam ağacının altında şapkasını yüzüne kapamış biri uyuyordu. Şerife hala hemen tanımıştı onu kocası Behzat dayı idi. Önce biraz düşünür gibi oldu uyandırsam mı acaba diye. Fakat bizim sesimizden Behzat dayı uyanmıştı. Şerife hala merhametli bir sesle> diye söyledi kendisine. 
Şimdi düşünüyorum da o zaman babalar mı babaydı yoksa anneler mi daha babaydı? 

ABDURRAHMAN BAHADIR

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Abdurrahman Bahadır Arşivi
SON YAZILAR