MİLLÎ SECİYYE

Gönlü aydınlık olanlara ne mutlu… Aydınlığı, ilâhî kaynağın sönmez ışığından alarak görebilen nasipli gönüller, her an bütün karanlıkları bir bir delip geçebilirler. Çünkü bu aydınlık, bilinenin dışında, bütün zamân ve mekânı çepeçevre kuşatan bir aydınlıktır. Malik'ül Mülk olan Yüce Allah (Celle Celâlühû) bir nûr püskürüşü ile şuâlarını halkalar halinde mâsivâ'ya gönderir. Böyle bir menzile kenetli gönüller, Mutlak Zât'ın kendisi ile yine kendisine“mutlak aşk” tecellisince ve Allah Resûlü'ne (Sellallahû-Aleyhivesellem) uzanan velâyet yolu ile “hem-hâl” olabilme, bilme-bildirme (alıcı-verici) bakımından beşer üstü bir irtifâ kaynağından besleniyor olmaları hasebiyle daha bir bahtiyar olmalıdırlar. Böylesine “şaşmaz mihmandarları” olan bir cemiyetin, toplumun ve nihâyet bütün bunları millî sînesinde barındıran bir milletin yücelmesi ve beşeriyetin akışına yön vermesi de çok tabiîdir. Bu sebepledir ki; her vesile ile iftihâr ettiğimiz ve mensubu olmaktan büyük şeref duyduğumuz asîl Türk Milleti'nin; millî karakterinde ve öz cevherinde nakşolunmuş, böyle asîlâne bir imtizâc, bir sevk ve idâre etme kâbiliyeti (liyâkati) esâsen hep var olmuştur.

 

Târihin değişmez hükmüdür: “Rüyâ'sı olmayan milletlerin gelecekleri de olamaz.” Hakîkate ve yalnız hakîkate bağlı büyük hayâller kuranlar, hiçbir zaman “çürük ipliğe boş hülya” dizmez ve kendileriyle birlikte milletlerini de felâkete sürüklemezler. Milletlerine o büyük rüyâ'yı gördürenler, arşa kanatlı hayâlleri kurduranlar ise, o milletlerin yetiştirdiği “ölümsüz kahramanları”dır.

 

Kahramanlar, cemiyetin ana rahminde ve kadîm tarihin şahitliğinde “dev sancılarla” doğar, büyür, gelişir ve o cemiyetin aslî mânevîyesini; “maya çanağını” meydana getirirler. Yâni ki onlar; imân, inânç, mefkûre, ideal ve ülküleriyle; üzüntüleri, kederleri, gamları, tasaları ve hüzünleriyle; neş'eleri, sevinçleri, şevkleri ve aşklarıyla o cemiyetin “hem-dem-i”, yâni “dili bir, gönlü bir, imânı bir” erdemli insanları olurlar. Onlardan beklenen târihî vazife de; beşerin zamân zamân insana insanlığını unutturan o menhûs, paslanmış ve taşlaşmış vicdânını; hastalıklı rûhunu tedâvî etmeye memur bir millî seciyye ve millî dâvâ ahlâkını parıldatıcı asîllikte bir erdemlilik kavrayış ve anlayışını bütün insanlığa hâkim kılmaktır.

 

Kahraman, deruhte ettiği vazîfenin mes'ûliyetini müdrik insandır. Hangi vazîfeyi îfâ ediyor olursa olsun, onu en mükemmel şekilde yerine getirmekle mükelleftir. Aziz Vatan Şâiri Orhan Şaik Gökyay'ın ifâdesiyle kahraman:

 

“İleri atılıp sellercesine,

Göğsünden vurulup tam ercesine,

Bir gül bahçesine girercesine,

Şu kara toprağa girenler[in]dir!” [1]

 

yahut Hüseyin Nihal Atsız'ın tarifinde kahramanlık:

 

“Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,

Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.

Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;

Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir…”[2]

 

İnâncı uğruna hiç tereddüt etmeden seve seve şehâdet şerbetini içmek, kan ve can vererek vatanseverliğin altın destanını celâdetle yazmak, Türk'ün kahramanlığının şanındandır. Meselâ, Gönül ve Kılıç Fâtihi Horasan Erleri, Battal Gâzîler, Selâhaddin Eyyûbîler, Alp Arslanlar, Ertuğrul Gâzîler, Osman Gâzîler, Murad Hüdâvendigârlar, Yıldırımlar, Dânişmend Gâzîler, Fâtihler, Kânûnîler, Yavuzlar, Barbaroslar böyledir.

 

Şâir ve yazar İsa Yar haldaşımızın:

 

“Senin de diyecek sözün olmalı;

Huzûra duracak yüzün olmalı!

Gönlünde bir parça hüzün olmalı,

Kendini kendinden kurtar, öyle gel…

 

Kendini kendinden kurtar, öyle gel

Dilinde en güzel nağme, söyle gel

Geleceksen dostum, bana böyle gel

Hem-dem olanlara ben yar olurum.

 

Hem-dem olanlara ben yar olurum.

Zannetme küserim, ağyar olurum.

Gurbetten sılaya diyar olurum

Bir kutlu sefere çıkar gibi gel…”[3]

 

deyişindeki dervişâne samîmî tavrın yanı sıra; nefsini hizâya çektirici, edebî olduğu kadar dinî disiplini de ihtar eden, kuşatıcı gönülden çağrısı, âdetâ bu asîl milletin rûh yapısını yansıtır mahiyettedir.

 

Bizim boz yeleli atının üzerinde beyaz sakallı, nûrânî çehreli, ırakları yakın eden, her darda kalışımızda imdadımıza ” hızır gibi yetişen” baş kahramanımız bir “Hızırımız” vardır… O'nun nûr, rahmet ve bereket dağıtan, huzûr ve mutluluk veren muştusu, her zaman aziz milletimizin tâlihini güldürmüştür. Bu “Hızır” tipi de ötekiler gibi Türk millî varlığının tükenmez hazînelerinden birisidir. Hızır ile bütünleşen Türk millî muhayyilesi, Misâfir ileHızır'ı aynîleştirmiştir. Böylece Hızır sayesinde misâfirlik müessesesi de yüceltilmiştir. O kadar ki: “Her geceyi Kadir(Kadir Gecesi), her geleni Hızır bil!” Sözü, bütün Türk Dünyası'nın ortak “Atasözü” hâlinde asırlardan beri söylenir olmuştur.

 

Daha başka nice söz ve yazı üstâdımız vardır ki, kılıçtan keskin kalemleri ve kelâmlarıyla her birisi milletimizin irfânını yoğuran unutulmazlarımız arasında yaşatılmaktadır. Bunlardan birisi de bütün Türk Dünyası'nın ortak çarpan kalbi Nasreddin Hocamız'dır. Hocamız, yüzyıllardan beri hem güldüren, hem de düşündüren “bilge” kahramanlarımızdandır. Hocamız, esâsında tek başına bir millet gibidir. O'nun o koca kavuğunun altında muhteşem bir târihî mâzî, hâl ve âtî gizlidir. Müstesnâ târihî Türk muhayyilesi, Hızır Aleyhisselâm ile Nasreddin Hoca'nın şahsında “Derviş Gâzi, Alp-Eren ve Velî” tipini mükemmel bir şekilde bütünleştirmiştir. Hocamız fıtrî zekâsı ile dünyada bu bakımdan tektir ve başka bir misâli de zaten mevcut değildir.[4]

 

Şâirin, “Ezelî Rûh Orduları” olarak vasıflandırdığı mânâ orduları, geçmişte “dîn-ü devlet, mülk-ü millet” telâkkisini üç kıt'a ve yedi iklim'e tevârüs ettirmişlerdir. Başta Hazreti Peygamber Efendimiz'in (Sellallahü Aleyhi Vesellem) Sancaktarı Hazreti Eyyüp El-Ensârî Hazretleri (Radıyallahü Anhü) olmak üzre Hazreti Hasan-ı Basrî, Hazreti Beyazid-i Bistamî ve Hazreti Hasan-ı Harakanî'den Hazreti İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe ve Hazreti İmâm-ı Mâtûrîdî'ye; Hazreti Ahmed-Er-Rifâi ve Hazreti Şeyh Cüneydî Bağdadî'den Hazreti İmâm-ı Tirmizî'ye; Hazreti Şeyh Yusuf Hemadânî ve Hazreti Şerîf - Es-Seyyid Gavs-ül Azâm Abdülkadirî Geylâni'den Hazreti Şihâbüddîn-i Sühreverdî, Hazreti Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed-î Yesevî ve Hazreti Abdülhalık-ı Gücdüvanî'ye; Fahreddîn-i Râzî ve Hazreti Sultânü'l Ulemâ Bahâeddin Veled'den Hazreti Şemsi Tebrizî, Hazreti Seyyid Burhaneddin, Hazreti Mevlânâ, Hazreti Tapduk Emre ve Hazreti Yunus Emre'ye; Hazreti Ahî Evran-ı Velî'den Hazreti Hacı Bektâş-ı Veli, Hazreti Korkud Ata (Dedekorkud) ve Hazreti Nasreddin Hoca'ya; Hazreti Şeyh Edebâlî'den Hazreti Emîr Sultan, Hazreti Molla Fenâri, Hazreti Hacı Bayramı Veli ve Hazreti Akşamseddin'e; Hazreti Şah-ı Nakşî Bendî'den; Hazreti Alâeddîn-i Attâr, Hazreti Muhammed Bâkî Billâh ve Hazreti İmâm-ı Rabbânî'ye; Hazreti Molla Abdurrahman-ı Camiî'den Hazreti Molla Gürânî, Hazreti Molla Hüsrev ve Hazreti Aziz Mahmud Hüdâî'ye; Hazreti Abdullah Dehlevî'den Hazreti Mevlâna Halid-i Bağdadi, Hazreti Es-Seyyid Abdullah, Hazreti Seyyid Tâhâ ve Hazreti Seyyid Sibgatullah Arvasi'ye; Hazreti Fehim Arvasî'den Hazreti Es-Seyyid Abdülhâkim Arvasî, Hazreti Süleyman Hilmi Tunahan, Hazreti Abdurrahman-ı Tahî ve Hazreti Fethullah Verkânisî'ye; Hazreti Şeyh Muhammed Diyaüddîn'den Hazreti Şeyh Ahmed Haznevî, Hazreti Seyyid Abdülhakim Hüseynî ve Hazreti Seyyid Muhammed Raşid (Erol) Hüseynî'ye; Hazreti Şeyh Mehmed Zahid Kotku, Hazreti Kenan Rıfâi ve Hazreti Hüseyin Hilmi Işık'dan Hazreti Esat Coşan, Hazreti Mahmud Ustaosmanoğlu, Hazreti Osman Nûri Topbaş, Hazreti Süleyman Kuku, Hazreti Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli) ve Hazreti Es-Seyyid Abdülbaki Gavs-i Sânî (Kuddise Sirruh) Hazretleri'ne kadar uzanan nice Allah (Azze ve Celle) Dostu, Peygamber (Sellallahü Aleyhi Vesellem) aşığı, Gönül Sultânı; Türk Ordusu'nun mânevî hassa'sını meydana getirmişlerdir. Gazâ ordusu mânâ ordusu ile birleşince “dünya atlarımızın nalları altında” ezilmiştir. Böylece nice zâlimin tahtı devrilmiş, insanlığa adâlet, huzûr ve sükûn gelmiştir.

 

Destan Şâirimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun:

 

“Bir tufan koptu Asya'dan,

Urum sele gark olacak!

Yeni bir imân çağının,

Mücdecisi Şark olacak!

 

 

Alplar, Erenler, Başbuğlar,

Ardınca yürüsün tuğlar…

Yedi iklim yüce dağlar,

Karış karış Türk olacak!”[5]

 

derken duyduğu “Alp-erence” coşkuda, mâzîde olanın şimdi de olabileceğine milletçe inanmışlığın âdetâ “Dâvûdî” bir sesle ötelerden gelen yankılanışı vardır:

 

 

“Önde yalın kılıç Türkmen Başbuğu,

Ardında Oğuz'un elli bin tuğu…

Andırır Altay'dan kopan bir çığı,

 

Budur Peygamberin övdüğü Türkler…

Ya Allah…Bismillah…Allahuekber…”[6]

 

Bütün bunlar; Türk Milleti'nin niçin Hazreti Peygamber Efendimiz tarafından övüldüğünün; bu millete niçin “Cund Allah”[7] (Allah'ın Ordusu),“Ordu-Millet” denildiğinin ve Peygamber sevgisi ve muhabbetinin niçin bu ölçüde başka milletlerde bulunmadığının en güzel ifâdesidir. İşte yine deryâ içre bir âlemi daha temâşâdayız…

 

Bayrak Şâirimiz Arif Nihat Asya'nın:

 

“O zaferler getiren atların

Nalları altındanmış,

Gidişleri akına,

Gelişleri akındanmış,

 

Yolları eline dolayan;

Beldeler, ülkeler avlayan

Süvarileri varmış ki,

Oğuz, Bilge, Süleyman'mış.

 

Zembereğini kuran

Onlarmış dünyanın…

Onlar ki kurt doğuran

Obaların kanındanmış.

 

Ve zaferler getiren atların

Nalları altındanmış.”[8]

 

mısrâlarında hakîkî ifâdesini bulan ve bir zamânlar âleme nizâm veren Ordu;

 

“Ne harâbî ne harâbâtîyim,

Kökü mâzîde olan atîyim.”[9]

 

diyen Yahya Kemal Beyatlı'nın, mâzî'nin yakıcı hasretinin heyecâniyle işaret ettiği: “Tâ Malazgirt ovasından yürüyen Türk oğlu”nun şanlı Ordusu; “Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırtmasın!” Canhıraş haykırışıyla; milletimizin târihî sînesinden kopup gelen engin hissiyâta tercüman olan Millî Şâirimiz Mehmmed Âkif Ersoy'un, kıyâmete kadar okunacak İstiklâl Marşımızı ithâf ettiği Kahraman Ordu; Türk Edebiyatı'nın Sultânü'ş-Şuarâ'sı (Şâirler Sultânı) Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in:

 

“Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;

Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;

Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;

Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?

Bulur mu deli rüzgâr o sedâyı: Allah bir!.. ”[10]

 

diyerek, esrârını: “Atlas sedirinde mâverâ dede”den sorduğu Ordu işte bu târihî Türk Ordu'sudur…

 

Bizim, başka milletlere hiç benzemeyen bir târih hercü-merci içerisinde geçirmiş olduğumuz çok uzun bir kader mâcerâmız vardır. Târihin akışındaki o muazzam hareketlilik, bir nizâm ve intizâm dâhilinde devam edip gitmiştir. Türk Millî Seciyye'si; işte böylesi bir ahlâk, edep, savlet ve “Devlet-i Ebed-Müddet” anlayışının beşer üzerinde bıraktığı tesirin tezahürüdür. Türk Edebiyatı'nın büyük şâiri Yahya Kemal Beyatlı:

 

“Ulu mâbed! Seni ancak bu sabâh anlıyorum;

Bende bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;

Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;

Kubben altında bu cûmhura bakarken şimdi,

Senelerden beri rü'yâda görüp özlediğim

Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.

Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını

Görüyor varlığının bir yere toplandığını;

Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes

Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses;

Yükselen bir nakarâtın büyüyen velvelesi,

Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!..”[11]

 

derken çok mes'ûddur. Zîra o, bu târihî akıştaki hayat tarzıyla aynîyet arz eden husûsiyetleri keşfeden önemli şâirlerimizden birisidir.


DİPNOTLAR

 [1]   Rıza Akdemir, Dinî ve Millî Şiirler Antolojisi; Orhan Şaik Gökyay, Bu Vatan  Kimin?   

        s.141; Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları ,Ank-1991

[2]   Atsız; Yolların Sonu, Kahramanlık, s.46; Ötüken yayınları, 5'nci Basım, İstanbul - 1977

[3]   İsa Yar, Gel Şiiri; 02 Kasım 2003 Tarihli Türkiye Gazetesi-İstanbul

[4]   Düşüşümüzde, Hocamızın bir tek engin dehâsının binde-biri kabilinden “bindiği dalı kesen”

       mizâhî ihtarını her devir idarecileri ciddiye almış olsaydı, acaba bunca felâkete duçar olur

        mu idik? Veyahut; milletçe yeniden silkiniş, titreyiş ve kendimize gelişimizde, Hocamızın

        asırlar öncesinden tuttuğu ışıktan nasıl istifade edebiliriz?..

[5 ]   M. Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri; Cilt 2, N.Y. Gençosmanoğlu, Malazgirt Destanı

         s.603-604; Dergâh Yay. 4'ncü Bask.İstan.-1984

[6]    Rıza Akdemir, a.g.e; Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu. Malazgirt Marşı s. 129; Türkiye

        Diyanet Vakfı Yayınları -Ankara 1991

[7]    Prof.Dr.Osman Turan, Türkler Anadolu'da; s.23; Hareket Yayınları, 1'nci Baskı, İstanbul-

        1973

[8]   Arif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor; Destan s.7; Ötüken Yayınevi 1977-İstanbul

[9]    İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugati-Misalli Büyük Türkçe Sözlük; “Harâbâtî” Maddesi 2'nci

        Cilt s.1178; Birinci Baskı İstanbul-2005

[10]  Necip Fazıl Kısakürek, Çile; Sakarya Türküsü s.399; Büyük Doğu yayınları 13. Basım

        1987-

        İstanbul

[11] Yahya Kemal, Kendi Gökkubbemiz; Süleymâniye'de Bayram Sabahı, s.11; Yahya

        Kemal Enstitüsü Yayımları, 5'nci Basılış 1974-İstanbul

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet ŞAHİN Arşivi
SON YAZILAR