Kutlu doğum ve muasırlaşmak

Kutlu Doğum ne demektir ve ne amaçla kutlaması yapılır? Elbetteki örnek insanları halka ve özellikle genç kuşağa telkin etmek için…
“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenler, sonra da bunları takip edenlerdir” Hz. Peygamber sav.
“En hayırlıları”, “en mesut olanlar” şeklinde anlaşılır. İslâm"ın mutluluk tasavvuru “hayr”a dayanır, “hayırlı insan” sayılabilmenin gerekleriyle anlam kazanır.
Sahabe başkasının maddi varlığına yahut kazandığına göz dikmez, onun kendine yönelmesini istemez; belki kardeşlik sorumluluğu gereği başkasının ne kazanmadığıyla, neyinin eksik olduğuyla ilgilenir.
“Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak…” diyen Ziya Gökalp da içerik olarak bir Kutlu Doğum"dan söz etmektedir. Acaba “Muasırlaşmak” derken kimi örnek almak istemektedir ve bugünkü bizim Kutlu Doğum kutlamalarıyla bir beraberliği var mıdır? Acaba biz, Kutlu Doğum derken Ziya Gökalpçı mıyız? Yoksa dinimizin emrettiği bir KLutlu Doğum”u mu kutluyoruz? Bu yazımızda biraz da bu konuyu irdeleyelim istedim.
 Türk tamam; İslam da tamam da muasırlaşmaktan ne anlamalıyız? Elbette ki yüzünü Batıya çevirmek değildir. Asr-ı Saâdet dönemine dönebilmektir. Eğer bir insan yüzünü Batı dünyasına çevirip Kutlu Doğum Haftasını kutlamak isterse iyi bilsin ki bu haftanın amacı bu değildir. Onu Ziya Gökalpçılar kutlasın. Kutlu Doğum Haftasındaki etkinliklerde sahabe ahlakı esas alınmak zorundadır:
“Sen Allah'ın boyası ile iliklerine kadar boyanıver! Kimliğini belli et!: "Siyasi kimlik boya olarak Allah'ınkinden daha güzel kimin boyasıymış! İşte biz yalnız O"na kul oluruz" diye  haykır. Daha doğrusu şöyle haykır: "Siz, Allah konusunda mı bizimle atışıyorsunuz? Oysa O Rabb, hem bizimdir, hem de sizin! Sadece bizim sosyal etkinliklerimiz bizim, sizinkiler de sizindir. Biz sadece, bütün etkinliklerimizi Onun boya süzgecinden geçirmiş bir cemaatiz"” Bakara Sûresi: 138-139
Bu haftayı nasıl kutlamalıyız? Neler yapmalıyız? Sadece üç beş nutukla, tumturaklı üç beş sözle, mevlit ve paneller, sempozyumlar… düzenlemekle… Kutlu Doğum geçiştirlebilir mi dersiniz?  Resûlüllah"ın SAV birkaç şemailini ve naatini dile getirmekle bu haftayı kutlamış olur muyuz?
 Kutlu doğum, Asr-ı Saâdetin diğer adıdır…
“Evet nereden çıkarsan çık; öz varlığınla Mescid-i Haram'ın öteki gök yarısına yönel. Siz; ey ümmet, nerede olursanız olun öz varlığınızı onun öteki yarısına yöneltin ki üzerinizde, Nâs'ın bir siyasî üstünlük odağı kalmasın. Sadece içlerinden kendini dev aynasında görenlerinki kalsın. Öyleyse o Nas'dan tedirginlik duymayıp yalnız Benden ürperti duyun. Öyle yapın ki iradeniz üzerindeki nimetimi tamamlayayım; kesinkes dindar olursunuz” Bakara Sûresi: 150
“Mazi” bir Müslüman için tarihte kalmış, geçip gitmiş bir zaman dilimi değildir. Geçmiş"i doğru okuyup anlayabilenler için bunlarda ibretler vardır, bugüne dair mesajlar vardır.
“Müslüman"ım” diyen büyük çoğunluk “çağdaş uygarlık seviyesi” sevdasına, Batılılaşma gayretine kapılmışlarsa bu hafta nasıl kutlanacak? Bizim kendimiz için tahayyül ettiğimiz “mutluluk” ile Asr-ı Saadet"teki Müslümanların mutluluk anlayışı aynı mıydı?
Asr-ı Saadet Müslümanlarının bir eli yağda bir eli balda mıydı? Çağın her türlü konforuna sahip, her istediğini “tüketen” insanlar mıydı?  Kendilerini neden ve nasıl mutlu saydıklarını düşünüyor muyuz dersiniz?
“Cahiliyye”, “Nefsin ilimden boş ve yoksun olması” durumunu ifade eder. Cahiliyyenin belirtileri, cahiliyyenin kendisi değildir. Evet, ahlâksızlık, kadınların açılıp saçılması, din adamının reyting uğruna din iman ile ilgisi olmayan sunucuların yönettiği TV programlarına çıkması, yöneticilerin etnik ayrımı din ayrımından öncelemesi, tefecilik, sömürü, kibir ve inat cahiliyyedendir. Ama bir kavram olarak cahiliyye bunlardan ibaret değildir.
Eğer günah işlemekte ısrarımız varsa, Müslümanlığımıza rağmen biz Cahiliye çağındayız. 
Üstelik asıl ve ilk anlamın nefsimizde bulunduğunu da gösteriyor. Batı hayranlığı ya şirke düşürecektir insanı ya da kâmil bir imana imkan vermediğinden günah batağına...
Son teknolojiyle donanmış ofislerinde “bilgi çağı”nın bütün imkanlarını eksiksiz kullanmaktan gurur duyan, lüks içinde yaşayan, fert başına düşen milli geliri yüksek toplumların “uygar”lığını imrenerek kabul ederken, mesela hayat standardı düşük, fakir, çok çocuklu ailelerin “cehalet”ine hayıflanmıyor muyuz?
Cahiliyye"nin sembolü olduğu için Peygamberimiz"in sav “Ebu Cehil” künyesiyle andığı Amr ibni Hişam, o günün şartlarına göre lüks ve servet içinde yaşayan, müşriklerin danışma meclisi Dârü"n-Nedve"de sözü geçen, nüfuzlu biriydi; okuryazardı. Birçok şeyi “biliyordu” yani. Yine de Peygamberî niteleme ile Ebu Cehil"di işte.
İslâm nurunun Mekke"de belirmesi sırasında Bizans, Ayasofya gibi mimarî şaheserler inşa eden bir teknoloji sahibiydi. İslâm aleminden çok önce yüksek okullar açmış, buralarda okutulmak üzere kalın kalın kitaplar yazmışlardı. İran Kisraları en ince işçiliklerle bezenmiş saraylarında şaşaa içinde yaşıyordu bu devirde. Ama yine de “cahiliyye” idi.
Herkes kendi hevâsına göre hüküm verirse o toplumda barış ve huzur değil “çatışma” olur. Çatışma rekabete, güç kullanmaya, şiddete ve tedhişe davetiye çıkarır. Güçlüler haklı, güçsüzler haksız sayılır zamanla. Sürekli güçlü kalabilmek için, “sömürü” düzeni kurulur. İnsanlar hep almanın, sahip olmanın, biriktirmenin peşindedir. Giderek maddeye ve tutkularına köle olurlar. Kalpler kararmış, insanî duygular körelmiştir.
Dünyalarını cennet kılma girişimleri, bazen bunu başarmış gibi görünseler de onları mutlu etmiyorsa, toplum hep bir huzursuzluk, tedirginlik, tatminsizlik, korku ve öfke içinde yüzüyorsa cahiliye değil midir?
En ileri teknolojilerine, lüks içindeki hayatlarına rağmen alkol ve uyuşturucu illeti yakalarından düşmüyorsa; ahlâksızlık, boşanma ve intihar istatistikleri yukarılarda seyrediyorsa, en çok korktukları, varlığına tahammül edemedikleri insanlar, gerektiğinde dünyasını, dünyalığını ve canını feda edebilen, dolayısıyla cahiliyyenin göz kamaştırıcı kudretinden korkmayan müminler ise cahiliye bu değil midir?
Bugün ümmet içindeki cahilî tutumlar bir yana, Batı uygarlığının temelindeki “modernizm” denilen anlayış, tarihin kaydettiği en şedit ve tehlikeli bir “cahiliyye” örneğidir.
Efendimiz sav: “Faydasız ilimden Allah"a sığınırım” buyurmuştur. Bu ilim, “zann” ve “hevâ”dır. Ölüm ve ahreti ayna gibi kalbe yansıtan ilim, “yakîn” ilmidir.
Demek ki bugün genel olarak ilim kapsamına alınan bazı bilgiler “faydasız” olmaktan da öte “tehlikeli”dir.
İslâm"ın en ideal pratiğinin yaşandığı, Ashab"ın eşsiz bir iftihar tablosu sergileyerek dünya imtihanının nasıl verileceğini örneklediği altın bir çağdır Asr-ı Saadet.
Ve şüphesiz en çok da bu asrı idrak eden müminler için bir bahtiyarlık zamanıdır. Rasullah"ın sav tedris ve terbiyesinden geçmekten, O"nun iltifatına mazhar olmaktan, Kur"an"da isimlerinin zikredilmesinden, yaşarken Cennetle müjdelenmekten daha büyük bir mutluluk olabilir mi?
İşte Abdurrahman ibni Avf! Mekke"nin en zengin, en itibarlı tüccarlarından; servetinin hesabı yapılamayan biri... Müslüman olmuş, Mekke"yi, bütün işini, düzenini, servetini, rahatını terkederek Medine"ye hicrete mecbur kalmış. Hamallığa soyunuyor ve “mutlu”!
Yahut Bilâl-ı Habeşî... Müslüman olduktan sonra en ağır hakaretlere, işkencelere maruz kalıyor ama yine de en çok bu sırada “mutlu”!
İslâm onlara Habeşli Bilâl ile eşit ve kardeş olacaksınız diyordu, “hazzı” değil “hayr”ı talep edeceksiniz diyordu, “alarak” değil “vererek” mutlu olacaksınız diyordu; doğruyu, yanlışı, iyiyi kötüyü ve tabii “mutluluğu” yeniden tanımlıyordu ve bu onların işine gelmiyordu.
Mekkeli müşriklere: “İslâm"ı kabul ettik deyin ama bildiğinizi de yapın” teklifinde bulunulsaydı problem çıkarırlar mıydı acaba?
Değilse, bugün biz elhamdülillah Müslüman"ız dedikten sonra, alarak mı vererek mi mutlu oluyoruz? Hayır için hangi haz ve konforumuzdan mahrum bırakıyoruz kendimizi?
Yani “en hayırlıları” ifadesi “en mesut olanlar” şeklinde anlaşılmıştır ki, yukarda da işaret edildiği gibi İslâm"ın mutluluk tasavvurunun “hayr”a dayandığına, “hayırlı insan” sayılabilmenin gerekleriyle anlam kazandığına delalettir.
Sahabe başkasının maddi varlığına yahut kazandığına göz dikmez, onun kendine yönelmesini istemez; belki kardeşlik sorumluluğu gereği başkasının ne kazanmadığıyla, neyinin eksik olduğuyla ilgilenir.
Şüphesi, dikkati ve tecessüsü kendi eline geçen üzerindedir. Kılı kırk yararak, başkasının hakkının geçip geçmediğine, haramın veya şüpheli şeylerin karışıp karışmadığına dikkat eder.
Vermek, infak etmek, diğer Müslümanlara imkan hazırlamak için kazanır. Parasının veya malının bizatihi bir değer taşımadığını, ancak hizmete vesile yapıldığı oranda değer kazandığını bilir; onun için de hiç yüksünmeden fî-sebilillah, nesi var nesi yok infak eder.
Rızkın Allah"tan olduğuna iman etmiştir. Bu iman ve teslimiyetin mükafatından emindir, çünkü iman ve teslimiyetinden emindir.
Peygamberimizin yaşadığı dönemi tanımlamak için kullanılan Asr-ı Saadet, "mutluluk çağı" anlamına gelir. Bu kavram, İslâm kültüründe özel olarak İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) e vahyin gelişinden sonraki dönemi tanımlamak için kullanılır. Bu dönem, Hz. Muhammed in peygamberlik görevini almasıyla başlar, Hulefa-i Raşidîn denilen dört halife devrini ve Emevî halifesi Ömer b. Abdülazîz devrini de içine katar.
Asr-ı Saadet, Dünyadaki tüm Müslümanlarca Altın Çağ"dır ve İslâm sadece bu dönemde eksiksiz ve mükemmel yaşanmıştır. Bu dönemde yaşanan hayat ve ortaya konan örneklik, Müslümanlar tarafından ilk ve en önemli kaynak olarak kabul edilir.
Her Müslüman"ın zihin dünyasının oluşumundaki en büyük pay hiç şüphesiz ki Asr-ı Saadet"e aittir. Asr- Saadet dönemi her Müslüman için kutlu çağdır ve bizim için örneklikler taşır.
İslâm Medeniyetini inşa eden ana unsurlardan en önemlisi, Asr-ı Saadet adı verilen bu özel zaman diliminde ortaya konan ilkelerdir. Bu dönemde, tüm Müslümanlar için pek çok yönüyle örnek alınması gerekli bir hayatın yaşanmış olmasıdır.
Asr-ı Saadet, Müslümanların ilim, ahlak, düşünce ve toplumsal hayatlarının oluşumunda özel ve belirleyici bir öneme sahip vardır. Bunun nedeni, İslâmi hayat ve düşünce dünyasının her alanına ilişkin ilk uygulamaların bu dönemde hayat bulmuş olmasıdır.
Müslümanlar, kendilerine Kur ân-ı Kerim yanında Asr-ı Saadet"ten de bir dayanak bulma ihtiyacını hissetmiştir. Müslümanların düşünce ve davranışlarını yönlendiren her önemli oluşumun, köklerini Asr-ı Saadet e dayandırması, bu özel dönemin niçin farklı bir öneme sahip olduğunu yeterince açıklar.
Asr-ı Saâdet, siyaset ve genel toplumsal örgütlenme modelleri üzerine kafa yoranlar, kendilerine Asr-ı Saadet"ten meşru ve ikna edici dayanaklar bulmak durumundadırlar

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Salih Parlak Arşivi
SON YAZILAR