DAVET

Da‘vet kelimesi Arapça’da masdar olup sözlükte “çağırmak, seslenmek, adlandırmak, dua veya beddua etmek, ziyafete çağırmak, propaganda yapmak” gibi anlamlara gelir. Ayrıca da‘vet aynı kökten bir isim olarak “ziyafet yemeği (velîme), dava, şiâr” gibi mânalarda da kullanılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de da‘vet kelimesi altı âyette geçmekte olup aynı kökten değişik türevleri 205 defa kullanılmış, hadis metinlerinde de çeşitli vesilelerle yer almıştır. Da‘vet ve türevleri bu âyet ve hadislerde İslâm’a ve İslâmî ilkelerin uygulanmasına çağrı yanında Allah’a yakarış (el-Bakara 2/186; Yûnus 10/89; er-Ra‘d 13/14; Buhârî, “Daʿavât”, 26; Müslim, “Îmân”, 334), insanların yeniden dirilip mahşerde toplanmaları için kabirlerinden çağrılmaları (er-Rûm 30/25), yemek ve ziyafete çağırma (Buhârî, “Nikâḥ”, 72; Müslim, “Nikâḥ”, 107, 110) gibi değişik mânalarda kullanılmıştır.
Da‘vet kelimesi terim olarak özellikle “İslâm’a ve İslâm esaslarının uygulanmasına çağrı” anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de “İslâm’a çağrı” (es-Saff 61/7), “imana çağrı” (el-Hadîd 57/8), “Allah yoluna çağrı” (en-Nahl 16/125), “Allah’ın kitabına çağrı” (Âl-i İmrân 3/23), “hakka çağrı” (er-Ra‘d 13/14), “hayra çağrı” (Âl-i İmrân 3/104), “kurtuluşa çağrı” (el-Mü’min 40/41), “hayat kaynağına çağrı” (el-Enfâl 8/24), “esenliğe çağrı” (Muhammed 47/35) gibi mânalara gelen ifadeler da‘vetin İslâmî inanç ve değerlerin kabul edilip uygulanmasını sağlamayı hedef alan bir faaliyet olduğunu, dolayısıyla hem gayri müslimlere hem de müslümanlara yönelik olabileceğini göstermektedir. Buna göre tebliğ, irşad, vaaz, nasihat, inzâr, tebşîr, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker gibi terimler de sözlük anlamları itibariyle da‘vetten farklı olmakla birlikte uygulama ve gayeleri bakımından aynı veya yakın mânaları ifade etmektedirler; bu sebeple da‘vet ve tebliğ başta olmak üzere bu kavramlar sık sık birbirinin yerine kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber “Allah’ın davetçisi” (dâiyallah) olarak nitelendirilmiş (el-Ahkāf 46/31) ve ona yüklenen da‘vet vazifesi “da‘vet et” (ادع) emri yanında “tebliğ et” (بلغ), “hatırlat” (ذكر), “ikaz et” (أنذر) gibi daha başka kelimelerle de ifade edilmiştir. Ayrıca pek çok âyette Hz. Peygamber’in görevinin ancak “belâğ” olduğu zikredilmektedir (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/20; el-Mâide 5/92; er-Ra‘d 13/40). Tebliğ ile aynı kökten olan belâğ lafzı bütün bu âyetlerde “da‘vet” mânasını ifade etmekte, öte yandan İslâm dinini yaymanın yegâne yolunun da‘vet ve tebliğ olduğunu göstermektedir. İslâm’da savaşın “cihad” diye adlandırılması, savaşın gayesinin insan öldürüp hükümranlık sağlamak olmayıp insanları hakka da‘vet etmek, onların inançta ve amelde doğruyu bulmaları için gerekli yolları açmaya ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışmak olduğunu gösterir. Zira cihadın ilk ve en temel safhası da‘vet olup “i‘lâ-yi kelimetullah” (tevhidi yayma) vazifesinin yerine getirilmesinde da‘vet imkânının mevcut olması halinde silâhlı savaşa gerek kalmayacaktır. Nitekim bizzat Hz. Peygamber’in başlattığı ve sonraki dönemde devam ettirilen uygulamaya göre İslâm ordu kumandanlarının öncelikle düşmanı İslâm’a da‘vet etmeleri gerekir. Bu da‘veti kabul edenler artık müslümanların kardeşleridir ve onları himaye etmek müslüman idarecilerin görevidir. Eğer müslüman olmazlarsa yöneticilerin kendi halklarına zulmetmelerini önleyecek, İslâm da‘vetinin önündeki engelleri ortadan kaldırarak insanların İslâm’ı tanımalarını ve gönüllü olarak iman etmelerini sağlayacak bir anlaşma teklif edilir, bu teklif de kabul edilmezse da‘vet yollarını açmak üzere son çare olarak savaşa girilir. Nitekim Serahsî’nin naklettiğine göre (el-Mebsûṭ, X, 4-6) Hz. Peygamber bir ordu veya seriyye hazırladığında kumandanına ve askerlerine özetle şu tâlimatı verirdi: Allah adına gazâ ediniz, Allah’ı inkâr edenlerle savaşınız. Çocuklara dokunmayınız; aşırı gitmeyiniz; haksızlık etmeyiniz. Müşrik düşmanlarınızla karşılaştığınızda önce onları İslâm’a da‘vet ediniz; eğer müslüman olurlarsa bunu yeterli bulunuz ve onlara kılıç çekmeyiniz; müslüman olmazlarsa bir anlaşma esası olmak üzere cizye vermelerini teklif ediniz. Hatta Resûlullah başka bir tâlimatında, düşmanların anlaşma yollarına yanaşmamaları durumunda bile savaşı başlatan tarafın müslümanlar olmaması için düşman tarafın harekete geçmesini beklemelerini emretmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli vesilelerle Hz. Muhammed’in risâletinin bütün insanlığı kapsadığı (meselâ bk. el-A‘râf 7/158; Sebe 34/28) ve sadece İslâm’ın Allah nezdinde geçerli din olduğu (bk. Âl-i İmrân 3/19, 85) belirtilmiştir. Yine Kur’an’da Hz. Peygamber’in insanlar üzerinde bir zorba olmadığı (el-Gāşiye 88/22), görevinin irşad, tebliğ ve da‘vetten ibaret bulunduğu (Âl-i İmrân 3/20; el-Mâide 5/92, 99; eş-Şûrâ 42/48), esasen ilke olarak dinde zorlamaya başvurulamayacağı, gerçek olanla olmayanın birbirinden ayrıldığı (el-Bakara 2/256), bundan sonra artık iman edip etmemenin insanların kendi istemelerine bağlı bulunduğu (el-Kehf 18/29) ifade edilmiştir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber dâî, beşîr, nezîr gibi sıfatlarla nitelendirilerek onun misyonunun da‘vet esasına dayandığı vurgulanmış, özellikle Peygamber’in ve genel olarak müslümanların da‘vet çalışmalarında uymaları gereken başlıca metotları göstermesi bakımından son derece önem taşıyan bir âyette, “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle da‘vet et; onlarla tartışmanı en güzel bir şekilde sürdür” (en-Nahl 16/125) buyurularak da‘vetin barışçı metotlarla yapılması öngörülmüştür.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ayşe Özdemir Arşivi

HAVF

26 Şubat 2024 Pazartesi 09:00
SON YAZILAR