BAKALIM ADLİYE’YE SIRA NE ZAMAN GELECEK?

BAKALIM  ADLİYE’YE  SIRA NE ZAMAN GELECEK?

‘Zulüm ile abâd olunmaz’ Atasözünün yanında, Peygamber Efendimizin ‘Bir Devlet Küfür üzere ayakta kalabilir ama zulüm üzere asla ayakta kalamaz’ sözünü bir çok kez bu satırlarda yazmıştım. Tarihi iyi analiz ettiğimizde bir çok kâfir Krallar ayakta kalmışlar ama zalim Krallar hep perişan olmuşlardır. Hatta çok enteresandır,  İslâm Halifesi olan Muaviye’nin oğlu Yezid, Hazreti Hüseyin’e ve çocuklarına yaptığı zulmün bedelini o kadar enteresan ödemiştir ki aklınız şaşar! Yezid’in en önemli hobilerinden birisi avcılık imiş, ama iktidar şımarıklığı onu o kadar azgınlaştırmış ki ava giderken, Eşeğinin üzerine yay koyarak, orada yaylanarak, hem hayvana zulmedermiş hem de keyif alırmış. Yaptığı bu zulüm yetmezmiş gibi, Eşeğin üzerine bir eşek daha yükleyerek ava gittiği zamanlar olurmuş. İşte bir gün bu tür bir avlanmadan dönerken, eşeğinin üzerinde yaylanırken, nasıl olmuş ise kendi av oku kınından çıkıp, makatına girerek feci bir biçimde can vermiş. Hani derler ya ‘Allahın sopası yok’ diye işte azgınlığın, zulmün sonu budur.  Allah Resulünün  Ashabına özenle tembih ederek emanet ettiği Aile ferlerine, seyyidlerimize, seyyidelerimize zulmetmenin bedelinin ağır olacağını unutmamak lazım.

Her ne hikmetse, insanoğlunun önüne bunca örnekler sergilenmesine rağmen, eline fırsat geçtiği an, zulmetmekten geriye kalmıyor. Oysaki Yüce Rabbimiz Kur’anı Kerim’de geçmişte yaşanan bu tür olayları anlattıktan sonra “Biz size bu kıssaları anlatıyoruz ki hisse alın ve eskilerin yaptığı hataları yapmayın” buyurmasına rağmen bundan ders çıkarmayanlara aklım şaşıyor! Bu ülkede yıllarca Müslümanlar çile çektiler, bedel ödediler, Kur’an okumak, okutmak yasaklandı. Ezan Türkçe okundu. Camiler depo yapıldı. Başı örtülü kız çocuklarının okuma hakları ellerinden alındı ama o dönemlerde yapılan bu zulümlere en ufak ses çıkarmayı bir yana bırakın, adeta zalimlerin yanında olmaktan keyif duyanlar o kadar sinsi planlar yaptılar ki anlatamam.  Hiç unutmuyorum, 1982 yılında gittiğim Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde okurken, kalmaya yer bulamayınca, Risale-i Nur Cemaatinin oradaki ağırlıklı bir grubunda, yönetici olan köylümden beni orada barındırması için ricada bulundum.  Sağolsun o da yardımcı oldu ama bana dedi ki ‘Benden seninle ilgili referans isteyecekler ne diyeyim. Bizden mi diyeyim, yoksa ne dememi önerirsin’ ben de kendisine dedim ki, ‘Onlara de ki, bu arkadaş Of’ta İmam. Bizim cemaatten değil ama, bizi biraz inceleyecek. Şayet beğenirse bize gelecek’ yani aday adayı gibi bir şey sizin anlayacağınız.

Nihayetinde bizi, Cemaatin evlerinde barınmaya kabul ettiler.  Etmesine ettiler ama,  gel de oradaki sisteme razı ol. Her namaz sonrası, üstadın kitaplarından herkes okuyacak, tesbihat yapılacak, her akşam ders okunacak ama sadece üstadın kitaplarından. Yine haftanın belli akşamları büyük  ‘âbilerin’ sohbetlerine katılmak gerekiyor. Sabah namazlarının ardından, ders çalışmaktan kahvaltıya zaman bulamadığımızdan, okula zar zor yetişiyorduk. Bu işleri yapmaktan ders çalışmaya zaman kalmadığı gibi okula da zamanında gidemediğiniz günler oluyordu. İşin daha da garip tarafı evin İmamı Ziraat Fakültesi’nin yedi yıllık uzatmalı öğrencisi Seyyid âbi namazları kıldırıyor ama, gel de kıl peşinde kılabilirsen. Bu işlere ne kadar dayanabileceğimi beni tanıyanlarınız bilirler. Bir kaç ay dayandıktan sonra, önce İmamlığı aldım ele. Sonra ‘Benden başka kimse ders okumayacak’ dedim ufacık bir ihtilal yaparak sazı ele aldım. Yıl sonunda da kaldığımız evdeki, oniki kişinin tamamı o evleri terk edince, bir sonraki yıl beni Selimiye Kışlası’na sürgün ettiler ben de onları terk ettim.

Bu detayı anlatma nedenim, o yıllarda bizzat müşâhede etme fırsatı bulduğum bu konuyu size anlatabilmekti.  Askeriyede bulunan Nur talebeleri çok planlı programlı eğitiliyorlar. Kimlikleri anlaşılmasın diye, Cemaatle görüştürülmüyorlar. Gerektiğinde namazı niyazı bırakmalarının yanında eşlerinin açılmasına izin veriliyor, hatta alkol almalarına dahi ruhsat çıkabiliyordu. Adamlar tâ o yıllardan itibaren bu denli çalışmışlar, tüm iktidarlarla çok iyi geçinmişler ve kadrolarını Devletin her kademesine yerleştirip, artık yıkılmayacak noktaya geldiklerini düşündüklerinde ise düğmeye basmışlardı. Merhum Erbakan Hoca, bunları çok iyi tanıdığından, kendine onları hiç yanaştırmadı. Ne kadar doğru yaptığını şimdi anlıyoruz. Eskiden ben de acaba Hoca neden bu adamlardan uzak duruyor, zira bunlar Müslüman insanlar diye, düşünür dururdum. Ama şimdi merhum Hoca’nın ne kadar feraset sahibi bir Devlet adamı olduğunu bir kere daha anlamış oldum.

Asıl yazı başlığımıza gelemeden, bize ayrılan yer bitti ama hiç önemli değil! Bunun yarını da var. Sadece şu kadarını söylemek istiyorum. Bundan üç yıl önce, yani 2012 yılının Kasım ayında, şahsıma yönelik yapılan Operasyonda, evimin ta yatak odasından, yazlığıma, iş yerime, araçlarıma hatta personelimin evlerine kadar aranmış ve bu minvalde tutuklanmam talep edilerek mahkemeye sevk edilmiştim. Bu Operasyon yapılmadan önce, Cemaate mensup, Emniyetteki üst düzey Amirlerin talimatı ile ve bazı siyasetçilerin olayın arkasında olmaları kaydı ile Cumhuriyet Savcılığı’ndan telefonlarımın dinlenmeye alındığını, mutlak surette bana ceza çıkartılıp mahkum ettirileceğimi, hatta geçtiğimiz yıl yapılan Yerel seçimlerde, bazı siyasetçilerin önünü tıkamamam için, mutlaka içeride olmam gerektiği bilgisi, bizzat olayla ilgisi olan bazı kişiler tarafından bana iletilmişti. Ben de bu köşeden sizlerle bu konuyu defalarca paylaşmıştım.

Adamlar o kadar uyduruk bir iş yapmışlardı ki anlatamam. Şikâyet dilekçesinde, TC kimlik numarası dahi olmayan sahte bir isimle beni şikâyet ettirip, o şikâyet üzerinden bana Operasyon yaptılar ama onların bir hesabı varsa Allah’ın da bir hesabı olduğunu unutmuşlardı.  Zira biz günde kırk kez inanarak söylediğimiz “İyya ke nabudu ve iyya ke nestein” yani “Ya Rab, ancak  sana ibadet eder senden yardım bekleriz” Ayet-i Celile’sine sığındığımızdan çok önemsemedik. Operasyona gelmek zorunda kalan bazı polis arkadaşların bir kısmı, kulağıma eğilip ‘Abi kusura bakma biz görevimizi yapmak zorundayız. Bu işin arkasında falanca siyasetçiler var’ deyip onlara küfrettiklerine kulaklarımla şahit oldum.

Ben o yıllarda ısrarla, bu işin arkasında Cemaatin olduğunu ve Emniyetteki üst düzey yöneticilerin çoğunun da Cemaat mensubu olduğunu yazmama rağmen, kimsenin işine gelmediği için gereğini yapmadılar. Ne zaman ki 17-25 aralık Operasyonları oldu, ondan sonra feryad-ü figan edip, işin gereğini yapmaya başladılar ama çok geç kaldılar. Neden geç derseniz, Başbakan Davutoğlu bir kaç gün önceki bir konuşmasında, Yargı reformunu açıklarken, ‘Geciken adalet adalet değildir’ dedi. Bu çok doğru bir tespit.  İnsanlara onca zulüm yapıldıktan sonra gereğini yapmanın ne anlamı kalır. Sorarım size şayet bu çuvaldızın bir ucu, iktidar mensuplarına dokunmamış olsaydı, en ufak bir şey yaparlar mıydı?  Bunca yıllık gecikmeden sonra Emniyet teşkilatında gereği yapılmaya başlandı. Paralelci oldukları tespit edilen birçok üst düzey Emniyet Mensubu emekliye sevkedildi. Peki, HSYK seçimlerinde Samsun Adliyesi’nden, yüzde seksen gibi bir oy aldığı iddia edilen, paralel yapının oradaki uzantılarına, henüz en ufak bir işlem yapılmayan bu insanlara, ne zaman dokunulmaya başlanacak çok merak ediyorum. Bu ülke hepimizin. Bir Cemaatin veya bir meşrebe mensup insanların hakimiyetinde olan, hiç bir Devlet kademesinden topluma ve ülkeye yarar gelmeyeceğini açıkça ifade ederek, sözlerime son veriyorum. Kalın sağlıcakla.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
5 Yorum
Adnan Bahadır Arşivi
SON YAZILAR