Kuyunun başındakiler
Bir zamanlar, taşlık ve kurak bir ovada, kimsenin ne başlangıcını ne de sonunu bildiği bir kuyu vardı. Derindi. O kadar derin ki, içine bir taş atıldığında sesini duymak için saatlerce beklemek gerekirdi. Efsaneye göre bu kuyu, dileklerin kabul olduğu yegâne yerdi. Ama bir şartı vardı: İstediğini almak için bir parça vicdan bırakmalıydın içine.
İlk zamanlar insanlar çekinerek yaklaştı kuyuya. Kimi bir avuç toprak attı, kimi bir saç teli. Kimi gençliğini sundu, kimi bir hatırasını. Karşılığında küçük şeyler aldılar: Bir ev, bir iş, biraz huzur. Ama sonra... Kuyunun sesi yayıldı. “Ne verirsen, o kadar alırsın.” dediler. Ve işte o andan sonra insanlar koşarak gelmeye başladı.
Kuyunun başında artık uzun kuyruklar oluşuyordu. İnsanlar daha çok şey almak için daha büyük parçalar bırakıyordu içine. Merhametlerini, sevdiklerini, dostluklarını, annelerinin gözlerindeki feri... Bazıları ise doğrudan kalplerini bıraktı, gözünü bile kırpmadan. Karşılığında ne mi aldılar? Güç, servet, statü… Ve görünürde eksiksiz bir hayat.
Garip olan şuydu ki kuyudan ne kadar çok alırsan aslında o kadar eksiliyordun. Gözleri parlar gibi görünse de içlerinde ışık yoktu. Kahkahaları yüksekti ama neşeleri eksikti. Konuşuyorlardı ama bir tek kelimeleri anlam taşımıyordu.
Yıllar geçti.
Bir gün kuyunun başında, bembeyaz sakallı yaşlı bir adam belirdi. Elinde yalnızca tahta bir baston, sırtında yırtık bir heybe vardı. Kuyunun başına geldi, diz çöküp başını eğdi. İnsanlar onu küçümsedi. “Ne alacak ki bu zavallı?” dediler. Yaşlı adam başını kaldırmadan konuştu:
“Ben bir şey almaya değil, geri vermeye geldim.”
Sessizlik çöktü ovaya. O andan sonra kuyu ilk kez uğultuyla titredi. Yaşlı adam heybesinden bir parça utanç, biraz pişmanlık, ve en altta unutulmuş bir çocukluk gülüşü çıkardı. Kuyu, bunları içine alırken, birdenbire yıllardır suskun olan içinden bir sesle konuştu:
“İlk kez biri bana insanlığını geri getiriyor.”
Ve o an insanlar fark etti ki; hırsla alınan her şey, aslında insandan götürüyordu. Gözleri açıldı, ama çok geçti. Kuyunun etrafı artık çöplerle, kırık duygularla, yarım kalmış hayallerle doluydu. Geri dönmek isteyenlerin bırakacak bir şeyleri kalmamıştı.
Bu hikâyeyi niye anlatıyorum, biliyor musunuz?
Çünkü şu anda etrafımız, o kuyunun başına doluşmuş insanlarla dolu. Daha fazlasını isteyen, daha çok tüketen, daha az düşünen… Gücün, paranın, gösterişin ardında kendi içini terk edenlerle. Kimi bir sosyal medya beğenisi için, kimi bir masa başı koltuk için, kimi yalnız kalmamak adına kendini satıyor; kimileri ise gülümsemeyi unuturken hâlâ “başardım” sanıyor.
Kuyular hâlâ doluyor. Ama içine artık neyi attığımızı bile bilmiyoruz.
Bir gün, hepimiz o yaşlı adam gibi dönüp bakabilecek miyiz ardımıza?
“Ben ne verdim, ne aldım?” diye sorabilecek miyiz kendimize?
Yoksa, içi boş gülüşlerimizle kuyunun karanlığında kaybolup gidecek miyiz?
Sizce de cevap basit değil mi?
İnsan neyi hırsla alıyorsa, en önce onu yitirir. Ve bir gün herkes, içine baktığı kuyuda yalnızca kendi yansımasıyla karşılaşır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.