LİYAKAT : BİLGİNİN VE TECRÜBENİN HAK ETTİĞİ YERDE DURMASI
Toplumların gelişmişlik düzeyi, sadece sahip oldukları doğal kaynaklar ya da ekonomik büyüklükle değil, o toplumda liyakatin ne kadar esas alındığıyla da ölçülür. Liyakat; bilgi, yetenek ve tecrübenin hak ettiği yere ulaşmasıdır. Bir kişinin bir göreve getirilmesinde akrabalık, ideolojik yakınlık ya da sadakat değil; o kişinin işi ne kadar bildiği ve ne kadar tecrübeli olduğu esas alınmalıdır.
Bilgi, liyakat sisteminin temel taşıdır. Bilgi, yalnızca eğitim yoluyla değil; araştırmayla, sorgulamayla, deneyimleyerek kazanılır. Ancak tek başına bilgi yeterli değildir. Bilgiye eylem ve pratik katıldığında, yani tecrübeyle yoğrulduğunda gerçek anlamını bulur. Bu nedenle liyakat, sadece bir diploma değil; alın teriyle biriken tecrübe demektir.
Tecrübe ise zamanın ve emeğin sonucudur. Hatalarla öğrenilir, başarılarla pekişir. Bir işin mutfağından geçen insanla, sadece dışarıdan izleyen insan arasında büyük fark vardır. Bu fark, karar anlarında kendini belli eder. Tecrübe, kriz anlarında soğukkanlılıkla hareket etmeyi, uzun vadeli düşünmeyi ve etkili çözümler üretmeyi sağlar.
Ne yazık ki, günümüzün birçok kurumunda liyakat geri plana atılmakta, yerine sadakat ön plana çıkarılmaktadır. Bu da verimliliği düşürmekte, motivasyonu zedelemekte ve toplumsal güveni sarsmaktadır. Çünkü insanlar, emek vererek hak ettikleri yerlere gelemeyeceklerine inandıklarında ya sistemden uzaklaşır ya da kendilerini değersiz hisseder.
Liyakat, sadece bireylerin değil, kurumların da geleceğini belirler. Bilgi ve tecrübe, adil bir sistemde değerlendirildiğinde, hem bireyler hem de toplum kazanır. Oysa liyakat göz ardı edildiğinde, vasatlık kurumsallaşır, nitelik azalır ve sonunda zarar herkesin olur.
Sonuç olarak, sürdürülebilir kalkınma ve güçlü bir toplumsal yapı için liyakatten ödün vermemek gerekir. Çünkü hak edenin hak ettiği yerde olması, sadece adaletin değil, aynı zamanda ilerlemenin de teminatıdır.
Devlet dediğimiz yapı, koca bir organizmadır. İçinde yüzbinlerce insan çalışır; adalet dağıtılır, güvenlik sağlanır, eğitim verilir, sağlık hizmeti sunulur. Kısacası vatandaşın hayatına doğrudan dokunan her şey, kamu kurumları aracılığıyla gerçekleşir. Peki bu büyük yapının ayakta kalmasını sağlayan en temel ilke nedir biliyor musunuz? Liyakat.
Kamuda liyakat, bir görevin o işi en iyi yapabilecek kişiye verilmesidir. Bilgi, deneyim ve yetkinlik burada olmazsa olmazdır. Çünkü kamu işi, hata kabul etmez. Bir öğretmenin yetersizliği bir çocuğun geleceğini etkiler. Bir doktorun ihmali bir hayatı söndürebilir. Bir yöneticinin beceriksizliği milyonların emeğini boşa çıkarabilir.
Oysa liyakat sisteminin zedelendiği yerlerde ne mi olur? İşe alınan kişiler işi bilmediği için görevler aksar, vatandaşa hizmet kalitesi düşer. Bu da kamuya olan güveni zedeler. İnsanlar, “Nasıl olsa torpilsiz bir yere gelinmiyor” deyip motivasyonunu kaybeder. Kaliteli insanlar ya sistemin dışına itilir ya da enerjilerini başka yerlere yönlendirir.
Liyakat, sadece bireyler için değil, devletin sürdürülebilirliği için de gereklidir. Çünkü ehil kadrolar, kriz anlarında çözüm üretir, kaynakları verimli kullanır, kamunun itibarını korur. Liyakatsiz kadrolar ise sorun büyütür, çözüm değil bahane üretir.
Şeffaf, adil ve rekabete dayalı bir kamu sistemi, gençlere güven verir. Genç bir mezun, çalışarak, kendini geliştirerek bir gün kamuda hakkıyla yükselebileceğine inanırsa daha çok çabalar. Ama liyakat yoksa, o inanç da söner.
Sonuç olarak şunu net söyleyelim: Kamuda liyakat, devletin omurgasıdır. O omurga eğilirse, adalet de sarsılır, hizmet de aksar, güven de kaybolur.
Ve unutmayalım: Liyakat bir gün değil, her gün gereklidir. Özellikle de kamuda.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.