ÖLENİN DEĞİL, ÖLÜMÜN HESABINI YAPMAK...
İnsanlık tarihinin en büyük şaşkınlığı; ölüm gerçeğini bilip de, sadece öleni konuşmasıdır. Her ölüm haberi, çevrede fısıltılarla, meraklarla, yorumlarla dolaşır; “Kaç yaşındaydı?”, “Neden öldü?”, “Nerede vefat etti?”, “Çocukları ne yaptı?”, “Ne kadar malı vardı?” vs. Konu dönüp dolaşıp; ölenin çevresine, hayat tarzına, mirasına, vasiyetine gelmektedir. Ama nerdeyse hiç kimse, kendine; “Benim ölümüm nasıl olacak ?” sorusunu sormamaktadır. Halbuki, cenazelerde esas olan; ölenin hesabını yapmak değil ölümden ders çıkarmak ve ibret almaktır.
İnsanlara ölümün kendisini konuşmak ağır gelmekte, korkutmakta, rahatsız etmektedir. Oysa öleni konuşmak kolaydır; vicdanı sızlatmaz, kimseyi incitmez, bedel istemez. Ölen için acınır, hayır dua edilir ya da tenkit edilir. Hepsi lafla geçer gider. Ama ölümü konuşmak; insanın kendi varlığını sorgulamasını, hesaplaşmasını, amellerini gözden geçirmesini, hatalarını itiraf etmesini gerektirir. İşte bu yüzden insanlar öleni konuşur ama ölümü düşünmez ve konuşmazlar.
Ölenin hesabını yapmak kolay ve sorumluluğu gerektirmediği için, cenazeye katılanlar arasında şöyle cümleleri duymak mümkündür. “Yazık oldu, daha gençti…” “Çok iyi insandı…” “Allah taksiratını affetsin…” “Geride çok şey bıraktı…” “Ölümü çok ani oldu…” "Çok çekti" "Ne yapalım, emir Allah’tan" Bu cümlelerin hepsi, bir yönüyle duygusaldır, bir yönüyle dedikodu sınırındadır. Ama hiçbiri, ölümü anlayan ve kendine bakan bir muhasebe değildir.
Ölenin hayatı üzerinden sohbet üretmek; ölüm gerçeğinden kaçmak için oluşturulmuş zihinsel bir konfordur, kendini gölgelemektir. İnsan, kendiyle ilgili ölümünü konuşamaz. Çünkü o konuşma kendini sarsacaktır, kendiyle yüzleşmesine neden olacaktır. Kendiyle yüzleşen insanın zihni konforu bozulacaktır. Oysa öleni konuşmak; kendi dışında bir konudur, kendine dokunmaz, kendini tartışmaya açtırmz. O yüzden insanlar, mezarlık ziyaretlerinde bile ölüleri anlatırlar ama kendilerini hiç konuşmazlar.
Ölümü hesap etmek; kendinle yüzleşmeyi ve eksikliklerle ilgili eylem yapmayı gerektirir. O zaman da; alışılmış hayatın akışına "çomak sokulmuş, zihin konforu bozulmuş" olur. Ölümü hesap etmek; “Hazırlığım var mı?” “Allah’a vereceğim hesabım ne durumda?” “Kul hakkı bıraktım mı?” “Bu dünya için yaşarken ahireti unuttum mu?” gibi soruları sormaktır. Bu soruları sormak; insanı rahatsız eder, vicdanı silkeler, uykuları kaçırabilir. Çünkü ölümü düşünmek; pasif bir hüzün değil, aktif bir hazırlıktır. Peygamberimiz; "Akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölüm sonrası için hazırlık yapan kişidir.”(Tirmizî) buyurmuştur.
Mesele; öleni değil, ölümü konuşmaktır. Herkes ölecek ama kimse hazırlıklı ölmek için gayret göstermiyor. Herkes cenneti ister ama kimse ölüme yaklaşmak istemiyor. Ölüm herkese yakın ama herkes kendisinden uzakta sanıyor. Yüce Allah; “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 185) buyurmaktadır. Ölüm; genç, yaşlı, zengin, fakir, âlim, câhil demeden herkesi bulacaktır. Ama insanlar bunu “başkasına olur” gibi algılamaktadır. Oysa ölüm; her nefese en yakın hakikattir. İnsan kendisini ebedî zannettikçe, ölenin arkasından konuşmayı kolaylaştırır ama ölümü konuşmayı erteler.
Cenazede en çok ağlayan değil, en çok düşünen kazanır. Ölüye en çok dua eden değil, kendini en çok sorgulayan istifade eder. Kabristandan en hüzünlü çıkan değil, en fazla ibret alarak çıkan kazançlıdır. Ölenin değil, ölümün hesabını yapılmalıdır. Cenazeler, ölüye değil; diri olana bir uyarıdır. Mezarlar, suskun ama en etkili vaizlerdir. Ölüler, yaşayanlara; “sıranız geliyor” demektedir. Ölümü tefekkür eden insan, hayatını düzene koyar. Boş yaşamaz. Nefsine sınır koyar. Başkalarını kırmaktan çekinir. Kul hakkından korkar. Günahına tövbe eder. Allah’ın huzuruna hazırlık yapar. Öleni konuşmakla vakit kaybetmemek, ölümü düşünmek gerekir. Ölüm gelmeden, hayata yön vermek lazım gelir. Çünkü; ölenin hesabı bitmiştir ama yaşayanın devam etmektedir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.