Kimsesiz çocuklara ev ödevi yok!

Kimsesiz çocuklara ev ödevi yok!
Kimsesiz çocukların, okul çağı gelip okula başladıklarında, defter ve kitaplarının okuldaki dolaba kilitlendiği, kalacak bir evleri bile olmayan yetimlere ev ödevi verilmediği ortaya çıktı.

İstanbul'da kimsesiz çocukların kaldığı Yakacık Yetiştirme Yurdu'ndayken okula başlayan Demirhan, okulda maruz kaldığı travmayı ve ayrımcılığı, büyüyünce kaleme aldığı kitabında anlattı.

Anne-baba hasretiyle yetiştirme yurtlarında büyüyen Demirhan Kadıoğlu, Nesil Yayınları'ndan çıkan Yetiştirilmiş Hayatlar isimli kitabında, kimsesiz bir çocuğun gözünden okulda yaşadıklarını şöyle aktarıyor:

OKULLU OLMUŞTUK AMA

“Yurt idarecilerimiz her dönem yeni kayıt olan kişilerin listesini yurt binasına yakın okul yönetimine verirdi. Bu sefer de öyle olacaktı. Ve bu sefer okula gidenlerin arasında ben de olacaktım. Benim de aralarında bulunduğum bir grup öğrenci, ilk kez okula gitmenin heyecanıyla sıraya geçtik.

Başımızda bulunan öğretmenimiz bizi bir asker edasıyla hizaya soktu. Geçip sıra olup olmadığımızı kontrol eder bir şekilde baktı. Başıyla saydı hepimizi. Tamam olduğumuza kanaat getirince “Marş!” komutuyla okula doğru yürümeye başladık.

Yurt binasının önünden minik öğrenciler değil de minik askerler gibi ellerimiz öndekilerinin omzunda olduğu hâlde ayaklarımız aynı tempoda sokağa doğru süzüldük.

Öğretmenimiz de yanımızdaydı. Hiç disiplini bozmadığımız hâlde arada bir geriye yaramazlık yapan var mı diye bakıyordu öğretmenimiz. Ben geçirdiğim çocuk felcinin ilk zorluklarını burada hissedecektim. Çünkü sol ayağım aksıyordu... Aksayan ayağımla tempoya ayak uydurmakta zorlanıyordum. Bu arada okula gittiğimizde yeni bir dünya ile tanışacaktık. Bizim gibi okula gelen ama bizim gibi yurtlu olmayan öğrencilerle...

ONLARIN OKUL ÖNLÜKLERİ ÜTÜLENMİŞTİ

Onlar evlerinden geliyordu okula ama onlar ne kadar mutluydu. İki kardeş oldukları anlaşılıyordu. Aralarında konuşuyor, şakalaşıyorlardı. Bir ellerinde okul çantaları, diğer ellerinde beslenme çantaları vardı. Okul önlükleri ütülenmişti. Cici cici yakalık takmışlardı. Onlara bakmaktan bir süre kendimi alamadım ve içim cız ederken hatırıma geldi:

Onların annesi var da onun için...

Kimseye, öğretmenime ve hatta en yakın yurt arkadaşıma bile diyemesem de annesizliğim her özendiğim şeyde gelip karşıma çıkacaktı. Onların yüzündeki mutluluk, benim o zamana kadar hiç yaşamadığım bir şeydi... O kadar ki onlara âdeta cam bir fanustan bakıyor gibiydim.

Öğretmenimizin komutu beni duygularımdan sıyırdı:

– Dur!

Öğretmenin “Dur!” komutuyla hepimiz aynı anda durduk. Okulun önüne gelmiştik.

Öğretmenimiz başıyla bizi tekrar kontrol etti. Sayımızda bir problem yoktu. O esnada ben yeniden o iki kardeşe baktım. Onlara komut veren yoktu. Onlar koşarak okulun avlusuna dalıvermişti.

Öğretmenin “Marş!” komutuyla tek sıra hâlinde askerî bir disiplin içinde nizami bir şekilde içeri süzüldük ama biz sıra hâlinde bahçeye girerken bu hâlimiz herkesin dikkatini çekmiş ve bütün bakışları üzerimize toplamaya yetmişti. Diğer öğrencilerin velileri bu bir grup uygun adım gelen minik öğrencilere, yani bize, tuhaf tuhaf bakıyordu. Bu bakışları üzerimizde hissediyorduk. Aralarında geçen konuşmalar da olanca netliğiyle geliyordu kulaklarımıza:

BUNLAR ANASIZ BABASIZ ÇOCUK YURDUNDAN

– Kim bunlar?

– Yakacık Yetiştirme Yurdu öğrencileri.

– Öğrenci yurdu mu bu?

– Hayır, anasız babasız çocuk yurdu... Yani sokağa atılmış veya bırakılmış çocuklar.

– Ne bu ayol? Her sabah böyle mi gelirler buraya?

– Öyle deme şekerim, bunların başında öğretmen bu-lunmasa cam çerçeve bırakmazlar.

– Nereden biliyorsun, öyle mi yapıyorlar sahi?

– Bilmem, ben de duydum.

Yüreğimin parçalandığını, insanlar arasında ayırımcılık yapıldığını ilk orada anlayacaktım...

DEFTER VE KİTAPLARIMIZI DOLABA KİLİTLİYORLARDI

Ayrımcılık kavramıyla ilk kez eğitim hayatında karşılaşacaktım, çünkü okuldaki sınıf arkadaşlarım bizden bahsederken 'yurtlu' diyordu. Sanki ikinci sınıf bir insanmışız gibi...

Gerçi biz de altta kalmadık... Biz de onlara hemen kulp takıverdik; “Kasabalılar” veya “Dışardakiler” diyorduk. Yalnız talih onlardan yanaydı. Onların birer çantası vardı. Defterlerini, kalemlerini çantalarından çıkarır, ders bittikten sonra çantalarına doldurur ve çantalarıyla evlerine giderlerdi.

Ya biz? Bizim çantamız yoktu. Bizim defter ve kitabımız nerede duracaktı peki? Nerede olacak, sınıflarda dolap vardı. Dolaba kilitliyorlardı bizim kalemlerimizi ve defterlerimizi. Her sabah geldiğimizde işe başlayan işçilerin dolaptan tulumlarını giydiği gibi biz de dolaptan kalemlerimizi, defterlerimizi çıkartıp öğrenci formuna geçiyorduk. Bir şey dikkatimi çekiyordu. Öğretmenimiz sınıfa ev ödevi veriyordu ama bize ödev vermiyordu.

Niye?

Biz öğrenci değil miydik?

Biz yurtlu olduğumuz için ödev verilmediğini anladığımda ise kahroldum. Bizi aşağılayıcı ve dışlayıcı bu uygulama, üstelik eğitim ve öğretim yaptığımız yerde eğitimin göbeğinde yapılıyordu. Bu kadarına da pes... Nasıl bir çocuğun ruh hâlini düşünmeden böyle bir karara varılıyordu, hâlâ anlamış değilim. Diğer çocuklar ne yapıyordu? Onlar ödevlerini almış olarak defterlerini çantalarına koyuyor ve evlerine gidiyorlardı. Verilen ödevi de annelerinin, babalarının ya da evdeki büyüklerinin yardımıyla hazırlayıp getiriyorlardı. Bizim ise evimiz yoktu. Dolayısıyla bize yardım edecek bir büyüğümüz de yoktu. Ve bu acı gerçek daha ilkokulda hayatın bir sillesi olarak karşımıza çıkacak, daha acısı eğitim merkezinde çıkar-tılacaktı...

EV ÖDEVİ EVİ OLAN ÖĞRENCİLERE VERİLİR!

Diğer çocuklar ertesi sabah ödev yapmanın sevinci ve gururuyla defterini açıp öğretmene ödevlerini sunuyorlardı. Biz ise yurtlu olmamızın ezikliğini ders boyu tekrar tekrar hissederek ödevlerin kontrol edilme sürecini bekliyorduk. Bir ara öğretmenim elleri arkasında yanıma geldi. Unutmuş muydu benim yurtlu olduğumu? Hatırına mı gelmemişti, bilemiyorum, “Defterini aç, ödevini göreyim” dedi.

O an sanki başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Suçlusu benmişim gibi boş gözlerle itirafta bulundum:

“Ben yurtluyum.”

Öğretmen hemen gözlerini gözlerimden kaydırıp “Ha! Tamam, unutmuşum” diyerek diğer sıraya geçti. Öğretmenin unutması sebebiyle benim yetimhane çocuğu oluşumu bir kez daha açığa çıkartması gururumu incitmişti. Hâlbuki sorumluluk verilse yapamayacak mıydım? Ev ödevi yapmak bizim de hakkımız değil miydi?

Ama adı üstünde “ev ödevi” idi. Biz ise evi olmayan öğrencilerdik...

Buz 'yurtlu' olduğumuz için 'ev ödevi' yapma hakkına sahip değildik. Ve ne enteresandır ki bu hakkı yurt çocuklarına da verebilmenin, onları bu ayrım ezikliğinden ve mahcubiyetinden kurtarabilecek bir yöntemini o zamana kadar hiçbir eğitimci düşünmemişti.

'Yurtlu' çocuklar eğitimde bile 'eşit' olmayacaksa hayatın hangi alanında eşit olabileceklerdi?

Hatta öğretmenler birçok konuda bizi 'pas' geçiyor, yurtlu diye dikkate almıyor, diğer çocuklara normal statüde davranıyordu. Bizim hakkımızı arayacak veya “Niye bu çocuk başarısız?” diye gelip öğretmene gerektiğinde hesap soracak bir velimiz yoktu.

Bu her yerde mi böyleydi, bilinmez ancak daha ilkokulda yaşanan bu 'ayrımcılık' yurtta yetişen biz çocukların üzerinde olumsuz bir etki bırakacaktı. Hatta belki bu yüzden ilerleyen haftalarda okula uyum sağlamakta zorlanmaya başlayacaktım. Niçin gidiyordum okula?

Sınıf arkadaşlarımın alaycı bakışlarını izlemeye mi? Öğretmenimin ilgisizliğinin altında üzülmeye mi? Her gün annesiz babasız olduğumu bir ceza gibi hatırlamaya mı? Okul bana sadece bunları hatırlatıyordu. Bunları veriyordu...”

Demirhan Kadıoğlu, yetiştirme yurdu çocuklarının gerçek hikayesini tüm gerçekliğiyle yansıttığı Yetiştirilmiş Hayatlar isimli kitabında, yetiştirme yurtlarının ve eğitim sistemimizin 60'lı, 70'li, 80'li yıllardaki halini gözler önüne seriyor ve bugünü sorguluyor.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.