İnsanın tabiatı, tıpkı suyun eğimi bulup akması gibi, fıtratının yönünü izler. Su, hangi kabın içine girerse girsin özünü değiştirmez; insan da öyledir. Eğitim, terbiye, statü ve tecrübe insanı olgunlaştırabilir ama fıtratın özünü tamamen dönüştüremez. “İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur” sözü, işte bu gerçeğin halk dilindeki özlü ifadesidir.
Kur’ân, bu gerçeği “Her biri kendi mizacına göre hareket eder” (İsrâ, 17/84) âyetiyle açıklar. Yani her insan, kendine verilen fıtrat doğrultusunda davranır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar; sonra anne-babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecûsî yapar” (Buhârî) buyurarak karakterin temel taşının doğuştan geldiğini belirtmiştir. Fıtrat; iyilik, güzellik, adalet ve merhamet potansiyelidir. Bu potansiyel, doğru yönlendirilirse kemale erer, yanlış ellere düşerse bozulur.
İnsan karakteri bir ağacın kökü gibidir. Kök sağlam değilse, rüzgârlar onu sağa sola savurur ama kökü derindeyse fırtınalar bile onu deviremez. Bir insan çocukken menfaatine düşkün, yalakalığa eğilimliyse; yaşlılıkta da benzer eğilimlerle sınanır. Çünkü menfaatperestlik bir huy, bir alışkanlık değil; bir kişilik biçimidir. Hz. Ömer’in “Çocuğu babasına bakarak değil, arkadaşına bakarak tanıyın” sözü bu noktada derin bir tariftir. Arkadaş, fıtratın aynasıdır. Kim neyle meşgulse, karakteri de o minvalde şekillenir.
Firavun, çocukluğunda da buyurgan, kibirli bir ruha sahipti, tahtta da o hâlini büyüttü. Nemrut, gücü görünce tanrılığa yeltendi, çünkü içinde zaten o benliği besleyen bir tohum vardı. Ama Hz. İbrahim’in fıtratında teslimiyet, Hz. Yusuf’un ruhunda iffet, Hz. Ebu Bekir’in kalbinde sadakat, Hz. Ömer’in mizacında adalet, Hz. Osman’ın tabiatında haya, Hz. Ali’nin yaratılışında ilim vardı. Onlar yedisinde neyse, yetmişinde de aynı çizgideydiler, çünkü fıtratlarını korudular.
Hayat, bir eğitim sahasıdır ama aynı zamanda bir aynadır. Kişi yaşlandıkça, içindeki özü dışa vurur. Yedisinde kibirli olan biri, yaşlanınca tevazu kisvesi altında yine kibir sergiler. Çocukken paylaşmayı bilen bir insan, yetmişinde de cömerttir. Çünkü fıtratın eğilimi, karakterin sürekliliğini sağlar. Tarih boyunca halkın gönlünde yer eden insanlar; menfaat değil, karakter üzerine kurdukları hayatlarla hatırlanmışlardır.
Bir kediyi fareye saldırmaktan alıkoyamazsınız; o onun fıtratıdır. İnsan da böyledir; makam verirsiniz, mevki kazandırırsınız ama içinde riyakârlık varsa, o fırsat bulduğu an ortaya çıkacaktır. İşte bu yüzden Mevlânâ, “İnsanın aslı neyse, tenhada o görünür” der. Görünüş değil, yalnızlıkta sergilenen hal karakterin özüdür.
Eğitim insanı şekillendirir ama mayasını değiştiremez. Tıpkı demirin ısıtıldığında eğilip soğuyunca eski sertliğine dönmesi gibi, insan da zorlanınca özünü ortaya koyar. Hz. Peygamber’in yanında yetişen sahabeler bile, fıtratlarının yönüyle imtihan olmuşlardır. Hz. Ömer’in sert mizacı, İslam’la adaletin direği olmuştur. Aynı sertlik, imanla birleşince adalet doğurmuş ama imansızlıkla birleşseydi zulüm olurdu.
Yedisinde yalaka olan yetmişinde de öyledir, yedisinde mert olan yetmişinde de merttir. Çünkü karakter, Allah’ın insana bir emaneti, kişiliğin öz kimliğidir. Asıl olgunluk; bu emanete sadakat gösterebilmektir. Zira insan; eğitimle süslenir ama fıtratla değer kazanır.
Riyakârlığın çoğaldığı çağımızda, insanın özünü koruması en büyük fazilettir. Zira Allah katında makbul olan; “maskesiyle değil, fıtratıyla Müslüman” olandır.