VARLIĞIMIZI SÜRDÜREBİLMENİN TEMELLERİ

Fazlı Arabacı

TOPLUM OLARAK VAR OLMA VE VARLIĞIMIZI SÜRDÜREBİLMENİN TEMELLERİ

İçinde yaşadığımız yüzyıl, dünya üzerinde kurulu bütün toplumsal yapıların çözülerek yeniden yapılanmasını içeren, hatta kendine göre yeniden yapılanmayı dayatan küreselleşmenin etkisiyle şekillenmektedir.  Herkesin ve her kesimin kendine göre tanımladığı küreselleşmenin bu amansız dayatmalarına karşı (tıpkı modernleşmeye yapıldığı gibi) kuru ve içi doldurulmamış söylemlerle direnmek anlamsızdır.  Ne yapmalı? sorusunun cevabını bulmak yerine, kuru eleştirel  yaklaşım bizi daha da zayıflatmakta hatta farklı ve bilinmeyen alanlara savurmakta ve bu savrulmalarda hem toplumu meydana getiren fertler ve gruplar birbirinden uzaklaşmakta hem de toplum, kendi mihverinden, ana ekseninden çok farklı mecralara sürüklenmektedir.
Küreselleşmenin toplumları çözümleme ve parçalamada kullandığı postmodern düşünce ve söylem, kullananları ve tabi olanları omurgasız kılarken, yerinden, yurdundan etmekte, kendi değerlerinden sökün edilen, uzaklaştırılan toplum ve fertleri kendi özyurtlarında sürgün yaşamaktadırlar.     Postmodern kabileler eşliğinde aralarında sınırlar çizen toplum fertleri en küçük bir algı operasyonuna bağlı olarak farklılaşmış yönlerini ayrışmaya, bölünmeye, düşmanlığa kadara götürüp  birarada yaşamanın tılsımını bozmakta ve hayatı yaşanmaz, toplumu güvensiz hale getirmektedirler. Postmodern kabile görüntüsü veren farklı cemaatler, toplumla ya da kendi aralarında oluşturdukları sınırların kaygan zemininde, menfaatlerinin  olduğu yöne rahatça kayarken, çoğu defa topluma ve onun örgütlenmiş biçimi olan devletine karşı asimetrik savaş yapan uluslararası çevrelerin ağına düşmekte ve bu durum herkes için gerekli olan güven problemini gündeme getirmektedir.  
Toplumları bir arada tutan belirli temeller vardır. Bu temellerden birisi sarsıldığında çöküş başlar. Bu temeller ortak tarih ve tarih şuuru, dil, din, kültür ve bunların her birini meczeden, mayalayan toplumsal muhayyiledir. 
Tarih, bir milletin geçmişten günümüze, var oluş mücadelesi ve tecrübesini aktaran en önemli bir hazinedir. Bu hazine yağmalanıp, hırpalanıp, yok sayıldığında ya da ideolojik  amaçlarla farklılaştırıldığında ortaya bugünkü gibi manzaraların çıkması kaçınılmazdır. Bu ülkede bir dönem Osmanlı düşmanı nesiller yetişti ve Cumhuriyeti öne çıkaran girişimler oldu. Buna tepki olarak Cumhuriyeti eleştiren ve Osmanlıyı savunan nesiller ortaya çıktı. Her biri kendine göre bir tarih şuuru oluştururken birbirine muhalif, biri diğerini dışlayan siyasi ve sosyal gruplar oluştu. Bugün bunların siyasi arenada kavgalarını izlemek insanın içini acıtıyor. Oysa Osmanlı ve cumhuriyet bir milletin tarih sahnesinde dönemin şartlarına göre var olmak için oluşturduğu bir yapılanma idi. İyi ya da kötü her ikisine getirilecek eleştiriler de olabilirdi. İbret almak ve geleceği daha iyi kurmak adına eleştirilmeliydi ama vurunca öldürmenin anlamı yoktu. Cumhuriyeti savunma adına örnek  alınan  Batı’da, Fransa’da tarih eleştirilse de cadde isimlerinde, otobüs metro duraklarında tarihi şahsiyetlerin isimleriyle yaşatılıyor, tarih şuuru oluşturuluyordu.  İngiltere’de,  Belçika’da kraliyete ait gerçek ya da sembolik tarihi uygulamalar kesintisiz devam ediyordu. Türkiye’de ise cumhuriyeti koruma adına tarihle olan bütün bağlar kesilmişti, hatta her fırsatta kötüleniyordu. Bu durum çok talihsiz bir uygulama olup yanlış bir tarih bilinci oluşturdu. Bu yanlış ve yaralı tarih bilincini taşıyan nesiller bugün maalesef kör döğüşünü sürdürürken, var oluşun temellerini sarsmaktadır.
Toplumların varlığını sürdürmede diğer bir önemli temel dildir. Dil nesilleri ve nesiller arasındaki anlaşmaları sağlayan en önemli bir vasıtadır. Biraz önce zikrettiğim Osmanlı karşıtlığı ve düşmanlığı dil konusunda yapılan alfabe değişikliği ile geçmişle olan bağlarımızı kesti. Üstelik Türkçenin Osmanlıca olarak ifade edilen zengin dil deryasından bizi kopararak sığ ve yüzeysel sahillere bıraktı. Türkçenin yapay bir şekilde arı Türkçe adı altında yozlaştırılması, uydurukça bir dili türetti ve nesiller birbiriyle dil konusunda alay eder oldu. Daha önce yabancı olarak görülen Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılan Türkçe başka yabancı dillerin etkisinde, Fransızca ve İngilizce kelimelerin kuşatması altında varlığını kaybeder duruma geldi. Bugün Türkiye’de şehir ve kasabalarda iş yerlerinin adlarına bir göz atsanız, yaşadığınız ülkenin Türkiye mi yoksa başka bir yer mi olduğundan şüphe edersiniz. Burada yeri gelmişken özellikle yerel yöneticilere, bir önerim var. Şu yabancı isimlerle arzı endam eden ticari kuruluşlara encümen kararı ile bir müeyyide ya da illa müeyyide olması şart değil bir teşvikle tavsiyelerde bulunulamaz mı? Yahut sivil kuruluşlar olarak kendi ülkemizde, kendi dilimizle çevrelenmiş iş yerlerinin olduğu bir cadde istiyoruz şeklinde güzel bir hareket başlatılamaz mı? Ekonomik kaygılarla kapitalizmin ve kültür emperyalizminin tuzağına düşen Türkçemiz bugün can çekişmekte, toplumsal bilinç oluşturma özelliğini kaybetmektedir. Batı ülkelerinde yaşayanların hiç biri mecbur kalmayınca asla ve asla gelen turistle bile kendi dilinden başka bir dili kullanmamaktadır. Çünkü onlar var oluşlarını “dil güçtür” felsefesi üzerine kurmuşlardır. Ve bunun farkında olarak bilinçli bir şekilde “dil güçlerini” bizim üzerimizde de hissettirmektedirler. Biz de buna uygulamalarımızla zaten dünden razı olmuşuz. Dille ilgili diğer bir problem ana dilde eğitimle ilgili taleplerdedir. Hiç şüphesiz ülkemiz Selçuklu öncesi ve sonrası, Osmanlı bakiyesi olan etnik unsurları da barındırdığından dil zenginliği olan bir ülkedir. Ama asırlarca devam eden Osmanlı Türkçesinin kısıtlı da olsa devamı olan Türkçemiz ortak duygu ve düşüncelerin oluşması, tarih bilincinin oluşması ve muhafazası açısından ana gövdeyi oluşturmakta, çok dilli ve etnisiteli ABD’de İngilizcenin resmi ve ortak dil olması gibi Türkçenin de  ortak ve resmi bir dil olma özelliğini koruması gerekmektedir. Bölgesel ve mahalli diller konuşulan bölgelerde varlığını sürdürebileceği gibi Türkçenin ortak dil olma özelliği toplumsal var oluşumuz, açısından elzemdir. Bunun üzerinde tartışma yapmak başka niyetlerin olduğunu gösterir.   
Toplum olarak varoluşun diğer  önemli bir temeli de Dindir. İslam’ın birlik ve dirliğe yönelik mesajları, komşuluk ilişkilerinden insan haklarına, toplum düzenini ayakta tutan adalet prensibinden ferdi ve sosyal ahlak kurallarına varıncaya kadar ortaya koymuş olduğu prensipler varoluşun temel dinamikleridir. Ne var ki aynı dinin mensuplarının farklı yorumları, insanları ve özellikle Müslümanları bir arada güven ve huzur içinde yaşatmayı hedef edinen dini, birlik ve dirliği sağlayıcı değil de bölünüp parçalanmanın aracı haline getirmişlerdir.   Bugün İslam dünyasında Sünnilik ve Şiilik şeklinde ayrılan iki büyük gelenek ve onun içinde oluşan mezhepler, tarikat ve grupların mensupları İslam’ın birleştirici ve var edici gücünden yararlanacak yerde, parçalayıcı ve yok edici ne varsa onu sergilemekteler. İnsanı, her türlü canlıyı, çevreyi yaşatmayı ve ıslahı temel prensip olarak ortaya koyan İslam’ın değerleri yok olunca varoluşu mümkün kılan her türlü dinamik de kaybolmuştur. Devamı yarın

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.