Sessiz esaret

Soner SÜREN

Doğru bildiğini söylemek ile doğru kabul edileni söylemek arasında büyük bir fark vardır. İlki vicdanın sesidir. İkincisi ise kalabalığın beklentisi. Günümüz dünyasında bu iki kavram politik doğruculuk denen ince bir perdenin arkasında birbirine karışmış durumda.

Politik doğruculuğu kabaca tanımlarsak kimseyi incitmemek, dışlamamak, kimliğine veya aidiyetine zarar verebilecek bir ifadeden kaçınmak anlamına geliyor. Bir tür dil etiği diyebiliriz. İlk bakışta gayet masum, hatta insani bir çaba olarak gözüküyor. İnsanları kırmadan konuşmak, kimsenin kimliğiyle, inancıyla, cinsiyetiyle, kökeniyle alay etmemek ne güzel değil mi? Fakat sorun şu ki bu anlayış zamanla bir nezaket kültüründen çıkıp bir korku kültürüne dönüşüyor.

Artık bir konudaki fikrimizi söylemeden önce yanlış anlaşılır mıyım diye düşünüyoruz. Bir eleştiri yaparken, acaba linç edilir miyim diye endişe ediyoruz. Bir şaka yaparken bile bunu söylersem birini rahatsız eder mi? kaygısı içimizi kaplıyor. Daha da ilerisi, acaba yargılanır mıyım korkusu yüzünden düşüncelerimiz bastırıyoruz.

Politik doğruculuk başta toplumsal inceliği güçlendirmek için vardı ama geldiğimiz noktada bireysel düşünceyi zayıflatır hale geldi. Artık kimse tam olarak ne düşündüğünü söyleyemiyor. Herkes yalnızca söylenmesi gerekeni söylüyor. Kimi zaman işini korumak için, kimi zaman sosyal çevresini kaybetmemek için, kimi zaman da sadece rahat bırakılmak için.

İnsanlar fikirlerini değil, o fikirlerinin filtrelenmiş versiyonlarını dile getiriyor. Bu da tartışmaların fikir alışverişlerinin, hatta bilimsel ya da kültürel gelişmelerin doğallığını yok ediyor. Gerçek düşünceler söylenmeyince gerçek çözümler de bulunamıyor. Toplum, kendi kendine bir yankı odasına dönüşüyor. Herkes aynı şeyleri tekrarlıyor çünkü aksi sesler tehlikeli olarak etiketleniyor.

Bu noktadan bakıldığında politik doğruculuk iyi niyetli bir ahlak anlayışından çok bir tür sansür sistemine dönmüş durumda. Kimse bunu doğrudan dayatmıyor belki ama herkes birbirinin üzerinde bir gölge otorite gibi oturuyor. Sosyal medya zaten bu baskıyı katlıyor. Bir cümle bağlamından koparılarak bir lincin fitilini ateşleyebiliyor. Bunun doğal bir sonucu olarak da insanlar toplumsal tartışmalarda artık dürüst değil temkinli davranıyor.

Böyle bir atmosferde özgür düşünce gelişebilir mi?

Bir toplum, kendi içindeki hataları, yanlışları, tabuları konuşmadan nasıl olgunlaşabilir ki? Politik doğruculuk, insanları nazik kılmıyor artık. Sadece sessizleştiriyor. Bir düşünceyi yanlışlayan ya da eleştiren her ses saldırgan olmakla suçlanıyor. Özgürlük dediğimiz fidan herkesin aynı tonda konuştuğu bir koroda değil farklı seslerin çarpıştığı bir sahnede büyüyebilir ancak.

Kimseyi incitmeden konuşmak elbette önemlidir ama incitme korkusuyla susturulan bir toplum, kendi gerçekliğini de inkar eder hale gelmez mi? Kavramlar zaten birbirine karışmış durumda. Duyarlılık, susmak değil anlamaya çalışmaktır. Farklı fikirlere tahammül edemeyen bir topluluk eninde sonunda kendi içindeki çeşitliliği de boğar.

Bugün toplumun çarkında boğulmuş, nefes alamayan ve nihayetinde sağlıklı çalışamayan dişliler haline geldik.

Yazı başlığını Sessiz Esaret koydum. Bir esaret bu. Çoğumuz farkında olmadan politik doğruculuğa mahkumuz. Düşüncemizi değil olması gereken düşünceyi dillendiriyoruz. Kendi kendimizi sansürlüyoruz, sonra da bu sessizliği uygarlaşma sanıyoruz. Oysa uygarlaşma dediğimiz konuşabilme cesaretinde gizli değil midir?

Gerçek bir demokrasinin en temel güvencesi insanların hatalı da olsa özgürce konuşabilmesidir. Zira hatalı düşünceyle mücadele etmenin yolu susturmak değil, tartışmaktır. Belki de artık doğru kabul edileni değil gerçekten düşündüğümüzü söylemenin zamanı gelmiştir. Belki de incitme korkusunun ardına saklanmış sahte nezaketten çok, samimi bir dürüstlüğe ihtiyacımız vardır. Bir toplumun ilerlemesi, kırmadan konuşmakta değil kırılmayı göze alarak gerçeği söyleyebilmekte yatar.

Bir yandan da artık insanların incinmemeyi öğrenmesi gerekiyor. Düşünceyi susturmak sadece gerçeği saklar. İnsan her duyduğundan yara alıyorsa belki artık dayanıklılığı öğrenmenin de zamanı gelmiştir. Daha da etkilisi, sana yara veren aidiyetini terk ederek kendi huzuru başka bir yerde aramaktır. Her düşünceye incindim diyerek karşılık veren bir toplum zamanla hiçbir düşünceye dayanamaz hale gelir. Toplumlar kırılmaktan korktukça değil kırılmayı göze aldıkça olgunlaşır. Fikirlerin görevi okşamak değil, sarsmaktır. İnsan, sarsılmadan uyanmaz. Toplum da sarsılmadan değişmez.

Gerçek fikirlerin zincire vurulduğu yerde özgürlükten değil ancak itaatten bahsedilebilir.

Düşünce sustuğunda vicdan da susar. İnsanlar gerçeği söylemekten korktukça toplumlar kaçınılmaz olarak sessiz bir çürümenin içine düşer. Gerçek ilerlemenin herkesin aynı fikirde olmasında değil farklı seslerin korkusuzca yankılanabilmesinde olduğunu düşünüyorum. Düşüncesini açıkça dile getiren insan sadece kendini değil, içinde yaşadığı toplumu da özgürleştirecektir...

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.