RUHSAL DİRİLİK VE TOPLUM...

Sami Kesmen

Dirilik; sadece nefes alıp vermek, hareket etmek veya yaşamak değildir. Dirilik, kalbin uyanıklığı, aklın bilinçliliği, ruhun farkındalığıdır. İnsan, beden olarak ayakta olabilir ama ruhen düşmüş, zihnen ölü, kalben taş kesilmişse o kişiye diri denemez. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm, “ölü iken kendisini dirilttiğimiz kimse” diyerek (En’âm, 122) ruhen ölmüş insanların diriltilmesinden söz eder. Bu bağlamda dirilik, imanla, takvayla, bilinçle ve adaletle var olan bir hâl, bir yaşama biçimidir. Dirilik; bedenin değil,ruhun ayakta kalma hâli, canlı ve zinde olma durumudur.

İnsanlığın tarih boyunca en çok unuttuğu gerçeklerden biri de fiziksel hayat ile ruhsal hayatı birbirine karıştırmasıdır. Bedenen yaşayan ama hakikatten uzak, merhametten yoksun, adaleti gömmüş nice toplumlar ve bireyler vardır ki; Kur’an bunları “ölüler” olarak tanımlar. “Sen, kabirdekilere duyuramazsın.” (Fatır, 22). Bu ayet sadece fizikî mezarları değil, kalbi ve vicdanı ölmüş insanların iç dünyalarını işaret eder. Yani dirilik, hayatın kendisi değil; hayatın içinde Allah’la beraber olma şuurudur.

Dirilik; kişinin kendisini tanıması, Rabbini bilmesi, dünyaya gönderiliş gayesini kavramasıyla başlar. Hz. Ali’nin şu sözü bu derinliği çok güzel özetler; “İki türlü ölü vardır: Biri toprak altında yatan, diğeri hayatta olup da hakikatten uzak yaşayan.” Bugün modern dünya, insanları dış dünyada aktif ama iç dünyada pasif hâle getirmiştir. Ekranların, ideolojilerin ve tüketim çılgınlığının gölgesinde, insanlar artık yaşamıyor, tüketiliyor. Dirilik, işte tam burada; “Neden yaşıyorum?” sorusunu sorabilen bir insanın kendi iç âleminde başlar.

İslam, insanı hem bedeni hem de ruhuyla ele alan bir dindir. Namaz, oruç, sadaka gibi ibadetler; sadece şekilsel değil, ruhu canlandıran birer eğitim vesilesidir. Zikir, dua ve tefekkür, kalbi harekete geçirerek insanı uyanık ve bilinçli bir kul hâline getirir. Kur’an, kalbi kararmış, duyguları ölmüş ve haksızlığa karşı suskun kalanları “kalbi mühürlenmiş, duymaz ve anlamaz” kimseler olarak tarif eder. (Bakara, 7) Bunun karşısında Allah’ın istediği mümin tipi ise; “hayatı Allah için yaşayan, çevresine ışık olan, adaleti savunan, mazlumu koruyan, kendini aşmış” kişidir. Bu insanlar bedenleriyle değil, hayatlarıyla diridirler. Onların yaşaması; başka hayatlara umut, başka ruhlara ışık, başka gönüllere dirilik sebebidir.

Dirilik, bireysel değil aynı zamanda toplumsal bir sorumluluktur. Sessiz kalmak, zulme göz yummak, adaletsizlik karşısında sinmek, toplumun ruhunu çürütür. Bu yüzden “iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak” (Âl-i İmrân, 110) diriliğin en büyük göstergelerindendir. Zira dirilik sadece yaşamak değil, yaşatmak için mücadele etmektir. Peygamber Efendimiz (sav), bir toplumun diriliğini “merhamet, adalet ve ilim” ile sağlamlaştırmıştır. Onun “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadisi, diriliği başkasına hayat sunma gayesiyle eş tutar. Çünkü dirilik; başkası için yaşamayı bilmektir.

İnsan kendine şu soruyu sormalıdır; “Ben sadece yaşayan bir beden miyim, yoksa yaşayan bir hakikat miyim?” Dirilik; namaz kılmakla değil, o namazın seni kötülükten uzaklaştırmasıyla olur. Dirilik; oruç tutmakla değil, o orucun seni nefsin esaretinden kurtarmasıyla olur. Dirilik; sadece bilgiyle değil, o bilgiyi hikmete dönüştürmekle olur.

Dirilik; yürümek değil, doğru yolda yürümektir. Konuşmak değil, hakikati söylemektir. Yaşamak değil, yaşatmak için var olmaktır. Asıl dirilik, insanın kendini Allah’a adamış bir yürekle, mazluma umut, zalime set, dünyaya adalet olmasıdır. Yüce Allah Enfal suresi 24.ayette; “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlü’ne çağırdığında, size hayat verecek şeylere çağırdığını bilin” buyurmaktadır.

Diri nsan kendine şu soruyu sormalıdır ya da bu soruları kendine sorup makul cevap bulan kimse; "Diri"dir; "Yaşayan ölü müyüm, ölüleri de yaşatan diri miyim, ruhum zinde ve canlı mıdır, atıl ve satılmış mıdır ?" Toplumların da bir ruhu vardır. Fiziki sayılardan oluşan toplum bedeninin, olaylara göstereceği tepkisi; "Ruhsal Diriliği"dir. Yirmi sekiz şubat surecinde toplumun vesayete gösterdiği tepki; bir "Ruhsal Dirilik"tir. Tek başına kalsa bile hakkını aramak için mücadele eden bireyin gayreti; bir "Dirilik"tir.

Doğuştan var olan hakların elde edilip, muhafazası için yapılan gayretler; ister bireysel, ister toplumsal olsun "Ruhsal Dirilik"tir. Din, nefis, nesil, akıl, iffet korumak; doğuştan fıtrat haklarıdır ki, bunlar ruhun ve toplumun zindeliğini sağlamaktadır. Bu hakları korumak aksiyon gerektirir. Her aksiyon da bir "Dirilik"tir. İslâmın tavsiye ettiği, Peygamberimizin uygulamasını gösterdiği, kötülük yapana karşı iyilik yapmak veya kötüye karşı iyi olma hâli; İslâm ahlâkının gereğidir, haksızlıklara karşı refleks geliştirmek; ruhsal diriliğin sonucudur.

Ruhsal diriliğe sahip bireyler ve toplumlar ancak haklarını koruyup, ayakta durmasını becerirler. Ruhsal diriliğe sahip olmayan her birey ve toplum; diğerlerine yem olmak durumundadır. Bu; kaçınılmaz bir sonuçtur. Hangi; ekol, misyon, ideoloji ve inanç sahibi olursa olsun, ayakta kalmanın şartı; "Ruhsal Dirilik"tir. İslâm da müntesiplerinden bu canlılığı istemekte, aklını kullanmayanların başına pislik yağar uyarısını yapmaktadır.

Ruhsal Dirilik; fiziki bir aksiyon olmakla birlikte aynı zamanda Yaratana da ilticadır, hem fiili hem de lisani duanın şekil bulmuş hâlidir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.