ORD. PROF. DR. ALİ FUAT BAŞGİL'E GÖRE TÜRKÇE MESELESİ/5

M.Halistin Kukul

(Dünden devam) 
“Vekâletin Emre, Millî Şefin Emridir” başlıklı yazısına Başgil, şu cümlelerle başlıyor:
    “ Sene 1941. İstanbul Hukuk Fakültesi Dekânı’yım. Üniversite henüz vekâlete bağlıdır. Rektör rahmetli Cemil Bilsel, Maârif Vekili de Hasan Âli Yücel. İnönü devrinin Türkçe’mize insafsızca hücumları bütün şiddetiyle devâm etmektedir.” ( 27)
   İşte bugünlerde, Üniversite Rektörlüğü, bütün fakültelere “ öz Türkçe” kelimeler kullanma talimatı verir.Öğretim üyeleri arasında müthiş çatışmalar başlar. Bu hususta, ilk toplantı yapılır ve toplantıya Hasan Âli Yücel, Necmi Dilmen ve Şemsettin Günaltay ile otuzdan fazla profesör katılır. 
   “ Hasan Âli Yücel uzun konuştu. Türkçe’mizin geriliğinden, fakirliğinden bahsetti. Dilimizi Türk Milletine lâyık bir şekle koymaya karar verdiklerini söyledi.
   Edebiyat Fakültesi temsilcilerinden Profesör Râgıp Hulûsi merhum söz aldı. Bu zat Almanya’da lisanıyât tahsil etmiş, mevzuda bilgisi olan bir adam. Gerçi o da öztürkçeci, ancak metodla Yücel’cilerden ayrılıyor. Bu bakımdan çalışmaları tenkit eder bir tarzda konuştu.
   Hasan Âli parladı. Vay efendim, sen misin tenkide cür’et eden. Ragıp Hulûsi’yi bir çocuk gibi azarladı. Zavallı utandı, kızardı ve sustu. Hâlide Edip Hanımefendi söz aldı ve şöyle konuştu:
    “ Biz Türk münevverleri sıfatıyla, ilmî bir mevzuun müzâkeresi için buraya geldiğimizi sanıyorum. Fakat görüyorum ki Vekil Beyefendi mutlaka kendileri gibi düşünmemizi istiyorlar. Eğer toplantılar bu hava içinde devâm edecekse, ben şimdiden özür diliyorum.
   Hasan Âli bozuldu. İbrahim Necmi işi tatlıya bağladı.” ( 28)
   Başgil devâm ediyor: “ Üçüncü gün toplantı salonuna iniyoruz. Ebülûlâ merhum bana:
   - Nuru aynım, bugün sıra bizde… Vekil Beyefendi bizi de Ragıp Bey gibi azarlamasın?
   - Merak etmeyiniz üstâdım. “ Minâreyi çalan, kılıfını hazırlar”, dedim, gülüştük.
   Toplantı salonundayız. Tahminimiz gibi, Vekil Beyefendi:
  -Hukuk Fakültesi! Sizin hazırlıkları görelim. Cevap verdim:
  - Bizim maalesef, bir hazırlığımız yok, efendim, çünkü…
   -Hazırlığınız yok, nasıl olur? Siz vekâletin komisyonlar hakkındaki emrini almadınız mı?
   -Aldık efendim, fakat..
   -Aldınızsa hazırlığınız nasıl yok olur? Vekâletin emri Millî Şef’in emridir.
   Şu mahdut ömrümüzde ne kötü günler yaşamadık, ne şımarıklıklar görmedik. Ya Rabbi!
   -Müsaade buyurunuz, arzedeyim. Bizim vaziyetimiz..
   -Sizin Türk Milleti içinde ayrı baş çeker vaziyetiniz mi var?
    Hasan Âli ilk toplantı günü yediği yumruğun acısını benden çıkarmaya karar vermiş görünüyordu.
  -Efendim, susana söz isnad edilmez. Söylenmeyen sözden mânâ çıkarılmaz. Müsaade ediniz, konuşayım, sonra icap ed erse tefsirini yaparız.
   -Dinliyoruz.
   -Bizim, Hukuk Fakültesi olarak vaziyetimiz, Tıp ve Fen Fakültelerinkiyle kıyas olunamaz.
   Hasan Âli’ye cevap verdim.
   (...) Eğer bizden de, tıp ve fenden olduğu gibi, derslerimizi öztürkçe yapmamız istenirse, evvelemirde, Teşkilâtı Esâsiye Kânûnu’ndan başlamak üzere, bütün ana kânûnların dilini değiştirmelidir. Başka türlü olmasına hem hukuken, hem de usulen imkân yoktur. Bu düşünce iledir ki biz hiçbir hazırlıkta bulunmadık.
   Hasan Âli cevap verdi:
   -Bu doğrudur. O hâlde, biz hükûmet olarak, evvelâ Teşkilâtı Esâsiye başta gelmek üzere, ana kânûnları öztürkçeye çevireceğiz. “ ( 29)
  Başgil Hoca, mevzuya şu cümlelerle devam ediyor:
   “Aradan birkaç ay geçti, geçmedi. Teşkilât Kânûnu öztürkçeye çevrilmek üzere, Ankara’da Halk Partisi müfridlerinden bir komisyon kurulduğu haberi aldık. 1942 başlarında, biri çok ileri, diğeri mutedil diye, iki sütun hâlinde, Teşkilâtı Esâsiye Kânûnu’nun öztürkçeye çevrilmiş metinleri hocalara dağıtıldı. Ne metin, ne lisan, aman ya Rabbi! Mutedil denilenin bile içinden çıkılır şey değil. Yirmi gün kadar sonra da İnönü İstanbul’a geldi. Ve, üniversite çevresinin reaksiyonunu anlamak için olacak, fakülteleri birer birer ziyâret etti. Hukuk Fakültesi’ni ziyâretinde, Dekanlık odasında, kalabalık maiyeti önünde bana:
         -Teşkilâtı Esâsiye Kânûnu projesini aldınız mı? Nasıl buldunuz? diye sorndu. Ben de şu cevabı verdim:
      -Aldım efendim. İyi bulmadım. Türkçemize yazık oluyor.
      -Ankara Hukuk Fakültesi Dekanı, Arsebük Bey bana çok iyi bulduğunu söyledi.
      -Ben kendi kanaatimi arzettim, efendim.” ( 30)
   Başgil Hoca, İsmet İnönü ile müzâkeresini şöyle sürdürdü: “ İnönü üniversite hocalarını, fakülte fakülte, Dolmabahçe’ye akşam yemeğine çağırdı. Yukarıdaki konuşmadan iki gün sonra, Edebiyat Fakültesi’yle birlikte, sıra bize geldi. Soğuk büfe salonunun kalabalığı içinde, bir aralık koluma biri girdi. Baktım, İnönü:
    -Gelin Başgil, sizinle biraz konuşalım, dedi.
     Bir kanapeye yan yana oturduk. İnönü:
     -Evvelki gün bana, yeni projeyi beğenmediğinizi söylediniz. Nesini , neresini beğenmiyorsunuz?
    İnönü’nün soruşundan teferruat üzerinde durmak ve beni kelime oyunlarına takmak istediğini anladım.
   (...) Dil işi, hükûmet ve otorite işi değildir. Bu düşünceden hareket ederek İnönü’ye şu cevabı verdim:
   -Paşam, dili sadeleştirelim, halk diliyle aydın dili arasındaki farkı en aza indirelim, evet. Fakat kelime ve tâbir uydurarak dili değiştirelim, halkın dilinden ayrı bir dil icat edelim, hayır.
   (...)Bir milletin dili, birinin yerine diğeri konulacak şekilde, bir kelime ve tâbir yığını değildir. Dil, asırlar içinde ve nesillerin hâfızasında dövüle yoğrula yerleşmiş bir mânâ, his ve hayâldir. Kelime ve tâbir konuşmanın vasıtasıdır.
   (...) Dil, kelime ve tâbir olarak maddîdir. Fakat mânâ, maksat, his ve hayâl tesisine vâsıta olarak milletin mânevî hayâtının başta gelen elemanıdır. Dilin her kelimesi ve tâbiri arkasında bir târih yaşar.Millet ise, târihin yapıp yoğurduğu bir birliktir. Misâl olarak “ Büyük Millet Meclisi” tâbirini alacağım. Bu tâbirin arkasında bütün bir millî mücâdele târihimiz ve İstiklâl Harbi sahneleri vardır. Bu tâbir telâffuz edilince bu sahneler gözönünde canlanır. Vatan ve millet sevgisi de bundan doğar. Projede bunun yerine “ Kamutay” demişler. Hiçbir tedaisi (çağrışımı) olmayan, taş, tokaç gibi bir şey.
    İnönü:
    -Haklısınız, bu tâbiri ben de beğenmedim.
   (...) Beni dikkatle dinledikten ve dediklerimi tasvip eder göründükten sonra, İnönü:
    -Endişe etmeyiniz. İş henüz tasavvur hâlinde. Biz meseleyi hükûmet cephesinden tetkik edeceğiz. En isâbetli bir karara varmaya çalışacağız, dedi.
    Aradan çok geçmeden, hazırlanan proje meclise verildi ve pek kısa bir müzâkereden sonra tenkitsiz ve itirazsız “ eller orman gibi kalkarak” kabul edildi.” ( 31)
   Maksadımız; aslâ, Başgil’in mevzû ettiği dönemdeki siyâset-ilim çatışmasından doğan aksaklık ve uyumsuzlukları, sâdece siyâset noktasına çekerek tahlil etmek değil; bir dilin,” tabiî tekâmülü” nü ortadan kaldırmaya yönelik veya kaldırması muhtemel her türlü menfî vâsıtalar ile ilmî olmayan baskıcı unsurların tatbik ettikleri usûlleri de ortaya koymaktır.
    Maalesef, o günlerden bu günlere, safha safha, bu durum kâh baskı ile, kâh nemelâzımcı-vurdumduymaz bir tavırla ve bazen da ilim adına boy gösteren câhilâne kifâyetsizlik sebebiyle, Türkçe’mizin, tabiî gelişme seyri sâdece zedelenmekle kalmamış, uydurma dil fâciası, büyük çapta cemiyet hayâtımızda da çekişmelere yol açmış ve ardından, bu kısır dil çekişmesi, esefle söylemeliyim ki, -daha evvelce de bâzı makalelerimde dile getirdiğim gibi- dilimize “yabancı kelime akışı”nı artırarak onlarla mücâdelemize de mâni olmuştur.
   Bu vesîleyle; Başgil Hoca’nın aynı zamanda hâtıra mâhiyetini de taşıyan bu ibret verici beyanlarıyla iktifâ ederek, 1949 yılında kaleme aldığı “ Dil Beyannamesi Münâsebetiyle” ve “ Dil Meselesi Hakkında Beyanname” başlıklı makalelerinden, Türkçe hakkındaki görüşlerinden örnekler sunmak istiyorum.
    “ Sene 1944. Millet dili, bir zümre dili hâline gelmekte devam ediyor. Teşkilât kânûnundan sonra sıra ara kânûnların dilini kurmaya gelmiştir. Maârif Vekâletinde bir öztürkçe bürosu kurulmuş: Türkçemizi amansız baltalamakta, mektep kitaplarının dilini değiştirmektedir. Üniversite fakültelerinde de benzeri bürolar aynı yolda. Hocaların üniversite hesâbına bastıracakları kitaplar evvelemirde bu bürolardan geçip dili burulduktan sonra bastırılacaktır. Sanki Türkiye’de yapılacak başka iş kalmamış gibi, başta Devlet Reisi olmak üzere, hükûmet bununla meşgul. Bu hâli gördükçe, memleketini seven her Türk aydını gibi, benim de içim eziliyor, ezâ duyuyorum. Daha fazla seyirci kalamadım. İkisi Cumhuriyet’te, sonuncusu Vatan’da üç yazı neşrettim. İçimin acısını döktüm. Bu sert ve zehir gibi yazılar ortalıkta bir bomba gibi patladı. İnönü, uzun süren siyâsî hayâtında belki ilk defa böylesine bir kafa tutma ile karşılaşıyordu. “ ( 32)

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.