Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'de İLİM ADAMI DURUŞU/1

M.Halistin Kukul

     GİRİŞ
     Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Türk ve dünyâ ilim ve fikir câmiasının önde gelen numûne şahsiyetlerinden biridir. 
     O'nun, numûne şahsiyet oluşu; hem ilminden, hem de ilminin gerektirdiği sapasağlam irâdesinden ve duruşundan gelir. Asıl mevzûmuza başlamadan önce,  nereden nereye , nasıl ve hangi şartlarda geldiğinin îzâhı bakımından, O'nun hakkında bâzı bilgiler vermeyi uygun buluyorum.
      Başgil; 1893 yılında, Samsun'un Çarşamba İlçesi'nin Sarıcalı Mahallesi'nde doğdu. Babası, Mehmet Şükrü Efendi; annesi, Fâtıma Hanım'dır. Dedesi, Bölükbaşıoğulları'ndan Hâfız İbrahim Efendi'dir.
      İlköğrenimini Çarşamba'da, ortaöğreniminin bir kısmını İstanbul'da yaptıktan sonra, lise tahsilini yarıda bırakarak, 1914 yılında, Birinci Cihân Harbi'nin başlaması üzerine, yedeksubay olarak Kafkas Cephesi'nde dört buçuk yıl cepheden cepheye koştuktan sonra İstanbul'da terhis olur. 
        Terhisinin ardından  ne yapması gerektiği hususunda, Ali Fuat Başgil der ki: "İlmine ve kemaline derin hürmet beslediğim ve kendisinden feyz aldığım, Şevketi Efendi isminde eski müderrislerden bir zat"ın: "Tereddüdü bırak ve tahsile devam et. İnsan ihtiyarlığına kadar ömrünün her çağında iş hayatına atılabilir ve az çok muvaffak da olur. Fakat okuyup öğrenmenin muayyen bir çağı vardır. Sen bugün bu çağdasın. Bu çağı geçirirsen ona bir daha dönemezsin ve istidadını heder etmiş olursun. Okuyup öğren de, sonra istersen tüccar ol. Bunda bir zararın olmaz." Bu hikmet dolu sözler üzerine kararımı verdim ve pişman olmadım."  (1)
       O dönemin şartlarını ve Başgil'in yaşını ve ruh hâlini iyi tahlil etmek gerekir:  Zaman, 1920'li yıllardır. Savaş devam etmektedir.  Ömrünün  dört buçuk yılı savaşta geçmiş 26-27 yaşında, 'şaşkın' bir genç  bu hâldeyken, Şevketi Efendi, O'na yol açıyor.
        Ali Fuat Başgil'in, "Gençlerle Başbaşa" adlı kitabını ithaf ettiği iki yeğeninden biri olan Mehmet Orhan Kesimgil'in , "Rahmetli Amcam Ali Fuat Başgil" adlı yazısında (2), annesi Şükriye Hanım'ın, Ali Fuat Başgil'in ağabeyi Rahmi  Başgil'in kızı olduğunu ve Ali Fuat Başgil'in de, Kafkas Cephesi'nde harpten döndükten sonra Rahmi Başgil'in maddî desteği ile Fransa'da tahsiline devam ettiğini söyler.
      Ali Fuat Başgil; 1920 yılında F(ı)ransa'ya gitti. Paris'te Buffon Lisesi'ni bitirdi ve  Grenoble Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde lisans öğrenimi tamamladı. Sonra; bir taraftan doktorasını tamamlamaya çalışırken, diğer taraftan da, 1929 yılında, Sorbon Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nden mezun oldu. Aynı zamanda, Paris Siyâsî İlimler Mektebi'nden de diploma aldı. Daha sonra,  Lahey Devletler Hukuku Akademisi'nin kurlarını tamamdı."La Question des Detroits /  Boğazlar Meselesi" adlı teziyle 1928'de hukuk doktoru oldu. Böylece;  1929 yılında, üç fakülte, bir yüksek okul diploması ve Hukuk Doktoru unvanıyla Türkiye'ye döndü. 
       1930'da Ankara Hukuk Fakültesi'nde doçent;  bir yıl sonra aynı fakültede profesör oldu. 1939'da ise, 46 yaşında Ordinaryüs Profesör olarak ilmin son basamağına yükseldi. Başgil; geçen süre içersinde, üniversite hocalığı haricinde de pek çok devlet görevinde bulunmuştur.
       Bu kısa îzâhattan sonra, mevzûmuza geçiyor ve ilk olarak, Başgil'in, "Vekâletin Emri, Millî Şef'in Emridir" başlığını taşıyan yazısından bölümler naklederek başlamak istiyorum:
      
     a) BAŞGİL , İSMET İNÖNÜ- HASAN ÂLİ YÜCEL ÇEKİŞMESİ
    
     "Sene 1941. İstanbul  Hukuk Fakültesi Dekanı'yım. Üniversite henüz vekâlete bağlıdır. Rektör rahmetli Cemil Bilsel, Maârif Vekili de Hasan  Âli Yücel . İnönü devrinin Türkçe'mize  insafsızca hücumları bütün şiddetiyle  devâm etmektedir. 
     Ocak ayı başlarında Maârif Vekâleti'nden bir tâmîm: Fakültelerde ilim terimlerini öztürkçeleştirmek üzere birer komisyon kurulması ve çalışmaların hızlandırılması isteniyor.
     Rektör zaman zaman sordu: Çalışılıyor, dedim.
     Mayıs içinde bir tamîm daha: Fakültelerde öztürkçe komisyonlarının hazırladıkları ilim terimleri arasında koordinasyon yapmak üzere, Temmuz başından itibaren, tatil aylarında Rektörlükte bir koordinasyon heyeti toplanacağı, fakültelerin bu komisyona en az üç ve en çok altı üye ile katılacakları bildiriliyor, yâni iş ciddileşiyordu.
   Temmuz haftasında, heyet çalışmaya başladı. Heyete biz merhum Ebülûlâ Mardin, Tahir Taner ve zannedersem Mustafa Reşit Belgesal ile katıldık.
     İlk toplantılara Ankara'dan Hasan Âli Yücel, İbrahim Necmi Dilmen ve Şemsetin Günaltay şeref  verdiler. Otuzdan fazla üniversite profesörü toplandık. Bilsel merhum kısa bir konuşma  ile toplantıyı açtı. Hasan Âli Yücel uzun konuştu. Türkçe'mizin geriliğinden, fakirliğinden bahsetti. Dilimizi Türk milletine lâyık bir şekle koymaya karar verdiklerini söyledi.
    Edebiyat Fakültesi temsilcilerinden Profesör Râgıp Hulûsi merhum söz aldı. Bu zat Almanya'da lisanîyât tahsil etmiş, mevzuda bilgisi olan bir adam. Gerçi o da öztürkçeci, ancak metodla Yücel'cilerden ayrılıyor. Bu bakımdan çalışmaları tenkit eder bir tarzda konuştu.
     Hasan Âli patladı. Vay efendim, sen misin tenkide cür'et eden. Râgıp Hulûsi''yi yaramaz bir çocuk azarlar gibi azarladı. Zavallı utandı, kızardı ve sustu. Hâlide Edip Hanımefendi söz aldı ve şöyle konuştu:
        "Biz Türk münevverleri sıfatıyla, ilmî bir mevzuun müzâkeresi için buraya geldiğimizi sanıyorum. Fakat görüyorum ki Vekil Beyefendi mutlaka kendileri gibi düşünmemizi istiyorlar. Eğer toplantılar bu hava içinde devâm edecekse, ben şimdiden özür diliyorum."
     Hasan Âli bozuldu. İbrahim Necmi işi tatlıya bağladı. O zaman tıpta iki ateşli öztürkçeci vardı. Biri doktor Kemal Cenap, diğeri ise Doçent Doktor Zeki Zeren'di. Bütün mesâiyi de bu iki zat hazırlamıştı. Her ikisi de bu işin hastası adamlar. Uzun listeler yapmışlar, kelimeler birer birer  okundu. Aralarında münakaşa ettiler. İkinci gün Fen Fakültesi'ne geçildi. Üçgenler, paraleller konuşuldu.
     Üçüncü gün toplantı salonuna iniyoruz. Ebülûlâ merhum bana:
    - Nuru aynım, bugün sıra bizde...Vekil Beyefendi bizi de Ragıp Bey gibi azarlamasın?
    - Merak etmeyiniz üstâdım. "Minareyi çalan, kılığını hazırlar", dedim, gülüştük.
   Toplantı salonundayız. Tahminimiz gibi, Vekil beyefendi:
     - Hukuk Fakültesi! Sizin hazırlıkları görelim. Cevap verdim:
     - Bizim maalesef, bir hazırlığımız yok, efendim, çünkü...
     - Hazırlığınız yok, nasıl olur? Siz vekâletin komisyonlar hakkındaki emrini almadınız mı?
      - Aldık efendim, fakat..
       - Aldınızsa hazırlığınız nasıl yok olur? Vekâletin emri Millî Şef'in emridir. Şu mahdut ömrümüzde ne kötü günler  yaşamadık, ne şımarıklıklar görmedik. Ya Rabbi!
     - Müsaade buyurunuz, arzedeyim. Bizim vaziyetimiz...
     - Sizin Türk Milleti içinde ayrı baş çeker vaziyetiniz mi var?
      Hasan Âli ilk toplantı günü yediği yumruğun acısını benden çıkarmaya karar vermiş görünüyordu.
      -Efendim, susana söz isnad edilmez. Söylenmeyen sözden mânâ çıkarılmaz. Müsaade ediniz, konuşayım, sonra icabederse tefsirini yaparız.
      - Dinliyoruz.
      - Bizim; Hukuk Fakültesi olarak vaziyetimiz, Tıp ve Fen fakültelerininkiyle kıyas olunamaz.
       (...) Hekimler aralarında anlaşırlarsa "kebab" yerine karaciğer. "Rie" yerine akciğer, "em'a" yerine bağırsak diyebilirler. Fenciler de "muvazi" yerine paralel adı kullanabilirler. Bu nihâyet kendi aralarında anlaşma vasıtası bir dil olarak kalır.
      Hukukta iş böyle değildir. Hukuk dili evvelâ kânûn, sonra da millet dilidir ve kânûn ile bağlıdır.
      (...) Bir hukuk hocasının kânûn dilinden başka bir dil ile ders vermesi, evvelâ kânûna aykırıdır ve meslekî bir suçtur. Saniyen de, talebesine karşı vazifesini yapmamaktır.
     (...) Eğer bizden de, tıp ve fenden olduğu gibi, derslerimizi öztürkçe yapmamız istenirse, evvelemirde, Teşkilâtı Esâsiye Kânûnu'ndan başlamak üzere, bütün ana kânûnların dilini değiştirmelidir. Başka türlü olmasına hem hukuken, hem de usûlen imkân yoktur. Bu düşünce iledir ki biz hiçbir hazırlıkta bulunmadık.
       Hasan Âli cevap verdi:
       - Bu doğrudur. O hâlde, biz hükûmet olarak, evvelâ Teşkilâtı Esâsiye başta olmak üzere, ana kânûnları öztürkçeye çevireceğiz." (3)
     "Aradan birkaç ay geçti, geçmedi. Teşkilât Kânûnu'nu öztürkçeye çevirmek üzere, Ankara'da Halk Partisi müfritlerinden bir komisyon kurulduğu haberini aldık. 1942 başlarında, biri çok ileri, diğeri mutedil diye iki sütun hâlinde, Teşkilâtı Esâsiye Kânûnu'nun öztürkçeye çevrilmiş metinleri hocalara dağıtıldı. Ne metin, ne lisan, aman yarabbi! Mutedil denilenin bile içinden çıkılır şey değil. Yirmi gün kadar sonra da İnönü İstanbul'a geldi. Ve, üniversite çevresinin reaksiyonunu anlamak için olacak, fakülteleri birer birer ziyâret etti. Hukuk Fakültesi'ni ziyâretinde, Dekanlık odasında, kalabalık maiyeti önünde bana:
     - Teşkilâtı Esâsiye Kânûnu projesini aldınız mı? Nasıl buldunuz? diye sordu. Ben de şu cevabı verdim:
      - Aldım efendim. İyi bulmadım. Türkçemize yazık oluyor.
     -  Ankara Hukuk Fakültesi Dekanı, Arsebük Bey bana çok iyi bulduğunu söyledi.
      - Ben kendi kanaatimi arzettim, efendim.
      İnönü, üniversite hocalarını, fakülte fakülte, Dolmabahçe'ye akşam yemeğine çağırdı. Yukarıdaki konuşmadan iki gün sonra, Edebiyat Fakültesi'yle birlikte, sıra bize geldi. Soğuk büfe salonunun kalabalığı içinde, bir aralık koluma biri girdi. Baktım, İnönü:
     - Gelin Başgil, sizinle biraz konuşalım, dedi.
     Bir kanepeye yanyana oturduk. İnönü:
     - Evvelki gün bana, yeni projeyi beğenmediğinizi söylediniz. Nesini, neresini beğenmiyorsunuz?
       İnönü'nün soruşundan teferruat üzerinde durmak ve beni kelime oyunlarına takmak istediğini anladım.
      - (...) Paşam, dili sadeleştirelim, halk diliyle aydın dili arasındaki farkı en aza indirelim, evet. Fakat kelime ve tâbir uydurarak dili değiştirelim, halkın dilinden ayrı bir dil icat edelim, hayır.
       (...) Bir milletin dili, birinin yerine diğeri konulacak şekilde, bir kelime ve tâbir yığını değildir. Dil, asırlar içinde ve nesillerin hâfızasında dövüle yoğrula yerleşmiş bir mânâ, his ve hayâldir.
      (...) Bir milletin maddî hayâtının vasıtaları değiştirilebilir. Kağnı yerine kamyon, karasaban yerine traktör konulur ve konulması lâzımdır. Teknik terakki de budur. Fakat mânevî hayâtın vâsıtaları değiştirilmek istenilirse, ortada millet bütünlüğü kalmaz. Dil bu cümledendir.
       Dil, kelime ve tâbir olarak maddîdir. Fakat mânâ, maksat, his ve hayâl tesisine vâsıta olarak milletin mânevî hayâtının başta gelen elemanıdır. Dilin her kelimesi ve tâbiri arkasında bir târih yaşar. Millet ise, târihin yapıp yoğurduğu bir birliktir. Misâl olarak "Büyük millet Meclisi" tâbirini alacağım. Bu tâbirin arkasında bütün bir millî mücâdele târihimiz ve İstiklâl Harbi sahneleri vardır. Bu tâbir telâffuz edilince bu sahneler gözönünde canlanır. Vatan ve millet sevgisi de bundan doğar. Projede bunun yerine "Kamutay" demişler. Hiçbir tedaisi (çağrışımı) olmayan, taş, tokaç gibi bir şey.
     İnönü:
     - Haklısınız, bu tâbiri ben de beğenmedim.
      - (...) Endişe etmeyiniz. İş henüz tasavvur hâlinde. Biz meseleyi hükûmet cephesinden tetkik edeceğiz. En isâbetli bir karara varmaya çalışacağız, dedi.
        Aradan çok geçmeden, hazırlanan proje meclise verildi ve pek kısa bir müzâkereden sonra  tenkitsiz ve itirazsız "eller orman gibi kalkarak" kabul edildi.
      Projenin Meclisce kabulünden kısa bir müddet  sonra İnönü yine İstanbul'a geldi. Üniversite hocalarıyla vilâyet ve ordu erkânından kalabalık bir heyete Dolmabahçe'de bir akşam ziyâfeti verdi. Dâvetliler arasında ben de vardım ve yerim tesadüfen İnönü'nün sofrasına düşmüştü. Oturur oturmaz, İnönü bana:
    - Başgil müjde! Kamutay düştü, sizin Büyük Millet Meclisi kaldı. Nasıl, memnun oldunuz mu?
   - Sağ olun, Paşam. Buna da şükür."  ( 4)   
    Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'in, birinci ilim adamı duruşu budur. Şimdi, ikincisine geçebilirim.
(Devamı yarın)

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.