OKUNACAK İKİ KİTAP

M.Halistin Kukul

 

     Türkçe, hârika bir lisândır. (-cek), (-cak) takılarıyla gelecek zaman yapılır ammâ, bu takı ile, aynı zamanda bir (gereklilik/mecbûriyet/zarûret) hattâ bir 'arzu/istek/dilek/temenni' de ortaya konulabilir.

       Meselâ; gezilecek şehir dendiği zaman, o şehrin gezilmesi gerektiği, gezilmeye lâyık bir şehir olduğu, bu şehrin gezilmesinin arzulandığı akla gelir. Bunda, bir zarûret vardır.

      Gezmek-ten gezilmek, gezilmek'ten de gezilecek (köy, şehir, memleket); okumak'tan okunmak, okunmak'tan da okunacak; yazmak'tan yazılmak, yazılmak'tan da  yazılacak (şiir, makale, roman vs.) böyledir.

       Dîğer taraftan; kitap vardır, ona,  'el kitabı' denilir.  Kitap vardır, ona, 'başucu kitabı' denilir. İkisi de, yerine göre önemlidir. Birincisi; her konuda âcil/p(ı)ratik bilgiler için fayda sağlar; ikincisi, belli bir mevzûda fakat her zaman okunmaya değer ve insanın elinin altında bulunması gereken  kitaptır.

         O hâlde; sözünü ettiğim iki kitabı takdîm edeyim:

          1. Samsun'da Müdafaayı Hukuk, Yazanlar: Tüccardan Hasan Umur - Cibali Kızortaokulu Matematik Öğretmeni Âdil Pasin, Tan Matbaası,  (Şehir adı yok) 1944. 62 sayfa.

          2. Samsun'da On Beş Sene, Yazan: Hasan Umur, Güven Basımevi-İstanbul, 1947. 80 sayfa.

          Bu iki kitap; başlıklarından da anlaşılacağı üzre, Samsun şehrimiz hakkında yazılmıştır ammâ, okunduğu ve tahlil edildiği zaman görülecektir ki, bu iki kitap, bir dönemin/İstiklâl Harbi  döneminin  Türkiyesi'nin dikkate değer bir kesit'idir.

         Söz buraya gelmişken, Hasan Umur hakkında da kısa bir bilgi vermemiz gerekecektir. Hasan Umur, 02.05 1296/1880 târihinde T(ı)rabzon'da doğdu. İlk dînî bilgilerini babasından ve Of'taki bâzı medreselerden öğrendi. Ardından, İstanbul Bayezid Medresesi hocalarından Bergamalı Ahmed Cevdet Efendi'den icâzet aldı.

       T(ı)rabzon'un, Ruslar tarafından işgali üzerine Samsun/Bafra'ya yerleşti.  Askerlikten muaf olmasına rağmen, isteği üzerine Edirne cephesinde görev aldı. 1918'de, Rusların, T(ı)rabzon'dan  çekilmesi üzerine köyüne dönen Hasan Umur, İstiklâl Harbi başlaması üzerine tekrar Samsun'a geldi. Başta, Samsun Müdafaayı Hukuk Cemiyeti olmak üzere, Samsun Hilâl-i Ahmer Cemiyeti/Kızılay Reisliği, Tayyare Cemiyeti/Türk Hava kurumu İkinci Reisliği, Samsun Himaye-i Etfal Cemiyeti/Çocuk Esirgeme Kurumu ve  Türk Ocağı kuruculuğunda bulundu.

        10 Ocak 1934-25 Ekim 1934 tarihleri arasında da 288 gün Samsun Belediye Başkanlığı yaptı. 10 Ağustos 1977'de 97 yaşında İstanbul'da vefât etti. Mezarı, Zincirlikuyu Kabristanlığı'ndadır.

      Hasan Umur'un eserlerinden ikisinin ismini yukarıda yazmıştım. O; bunlardan başka dört esere daha imza atmıştır. Bunlar:  1. Of ve Of Muharebeleri  (1949); 2. Of Tarihi (Vesîkalar ve Fermanlar) (1951); 3. Of Tarihine Ek (1956); 4. Kuyucu Murat Paşa (1973)'dır.

         (Hasan Umur Hoca hakkında geniş bilgi için, "M. Halistin Kukul, Hasan Umur'a Göre Millî Mücâdele'de Samsun" , Canik Belediyesi Geçmişten Günümüze Şehir Ve Çocuk Sempozyumu Bildirileri, Samsun 2016, Sf. 303-316, makalemize müracaat edilebilir.)

     Mâdemki mevzûmuz bu iki kitaptır, onlardan bâzı örnekler sunmamız ibret almamız için, lüzûmlu ve  şarttır.

       Hasan Umur Hoca anlatıyor:

        "Birinci Umumî Harpten mağlûp çıktık. Galip olan İtilâf devletlerile bir mütareke imza edildi. Fakat bu mütarekenin hükümleri hilâfına olarak memleketimizin bir çok yerleri bu devletlerin askerleri tarafından işgal edildi. Halkına zulüm ve hakaret yapılmağa başlandı. Bu meyanda Samsun'a da İtilâf devletlerinin asker ve zabitleri çıkmıştı. Bir yanda da Rum Metropoliti Yermanos tarafından idâre edilen Pontoscu Rum eşkıyasının Türk köylerini basıp yakmaları, kadın ve çocuk, ihtiyar genç Türk köylülerini feci şekillerde öldürdükleri görülüyordu. İçin için kan ağlayan bütün Türkler gibi Samsun halkı da fevkalâde bir yes, nevmidî (ümitsiz) ve heyecan içinde bulunuyordu."(Bknz: Samsun'da Müdafaayı Hukuk, Sf. 6)

       Bu şartlar altında, Samsun Müdafaayı Hukuk Cemiyeti kuruluyor ve başlangıçta, Cemiyet Reisi Boşnak zade Süleyman Bey'in evinde, daha sonraları da, "Sadi tekkesi"nde toplantılar yapılıyor;  Ankara'da Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti Kongre Reisi olan Mustafa Kemal Paşa'dan gelen telgraflar, buralarda okunuyor, talimatlar yerine getiriliyordu.

        Hasan Umur Hoca devam eiyor:

      "Düşman askerlerinin sokaklarda dolaştıkları zamanda vukubulan diğer hâdiseler de, işgal kuvvetlerinin şehirde yaptıkları sarhoşluk ve terbiye  mefhumu ile telifi kabil olmıyan kepazelikleridir. Sokak ortasında edep ve hayaya asla uymıyan vaziyetler ve muhalif yerlerde gösterdikleri iğrenç hâdiseler halkın gözü önünde cereyan etmekteydi. Sarhoş bir asker şimdiki Bankalar caddesinde tabancasını çekerek kaldırımlara doğru ateş etmiş ve bir Türkün ayağından yaralanmasına sebep olmuştu.  Himayesine girmek istenilen bir milletin (İngiliz'in) askerî efradının yaptığı bu rezâletler Samsun halkını Müdafaayı Hukuk etrafında biraz fazla toplanmaya sevketmişti." (a.,g., e., Sf. 12)

       Hasan Umur Hoca; Millî Mücâdele ateşinin Samsun'da nasıl yakıldığını ve nasıl başladığını  da , "Samsun'da On Beş sene" adlı kitabının girişinde şu satırlarıyla anlatmaktadır:

          "Samsun'un Gümrük caddesinde kiraladığım dükkânda ticaret işlerine başladığım zaman, 1334 /1918 yılın sonlarıydı. Millî Mücâdele henüz başlamamıştı. İngiliz askerleri Samsun caddelerinde neşeli neşeli dolaşmakta, halk ise, endişe ve üzüntü içerisinde idi.

     Asırlardan beri mukadderatlarını bizimle birleştirdiklerini sandığımız Müslüman olmıyan unsurlar sevinç içinde, bu hâllerini açıkça hissettirmekten de çekinmiyorlardı.

      İstikbâl karanlık bir meçhuliyetle örtülü ve her geçen gün endişemizi biraz daha artırmaktaydı. Arasıra teselli  verecek bir haber geliyorsa da, onun da serap olduğu anlaşılınca yeis bulutları bir derece daha kararıyordu.

     Durum bu merkezde iken ahvalin hakîkî ruhuna vâkıf olan vatandaşlar endişeli olmakla beraber, damarlarında dolaşan şehametli Türk kanı kaynıyor, kalplerinde cesaret, gözlerinde ümit parıltılarile yurdu korumak ve kurtarmak çarelerini aramaktan geri kalmıyorlardı. ..

      (...) Ahval bu merkezde iken kendime göre küçük bir vazife seçmeyi düşünürken tesadüf bunu tayin etti.

      1335 senesi ramazan ayının altıncı günü, Hançerli camiinde ikindi namazını kılacağımız zaman dostum ve hemşehrim Abdülkerim oğlu Halil Efendi, namazdan sonra camide vâz etmekliğim ricasında bulundu.  Her ne kadar gönlü bu sevdâdan uzaklaşmış, ticaret sahasına atılmış idise de, dostumun ricasını reddedemedim.  Bu camide, sözlerimin dinleyenler üzerinde iyi tesir bıraktığını anladım. Ertesi gün, cemaatin çoğalması beni teşvik etti. Vâza devam ettim. Üç dört gün sonra (cemmi gafir) büyük bir cemaatin etrafımı sardığını gördüm ve anladım ki benim gibi bir âcizin, şu nazik zamanda yapabileceği vatanî hizmet, ancak bu yolda olabiliyor.

     Mağlûbiyet felâketinin doğurduğu  acı günler, muhterem Samsun halkının elem ve kederini her gün biraz daha artırırken; bedhah ve bozguncu unsurlar, esassız şayialar çıkararak müslümanları, Türkleri şaşırtmak ve biraz daha ye'se düşürmeğe çalışıyorlardı. Bu durum karşısında ben de, vatanın uğradığı felâketi ve felâketin esbap ve avamilini araştırıp izaha çalışıyor, içerdeki düşmanların bozguncu fikirlerine ve faaliyetlerine etraflıca temas ediyordum: "( Sf.5-6)

     "Samsun'da Müdafaayı Hukuk"  ve  "Samsun'da On Beş Sene" adlı bu iki kitap, millî târihimizi kavramak ve onu sahiplenmemiz bakımından  mutlaka okunması gereken  iki "başucu" kitabıdır.

      Bunlar: "Ne idik, ne olduk?"un muhasebesini yapmak için önemli iki kitaptır. Anadolu'nun ve hattâ Türk-İslâm coğrafyasının hangi zulümler altında bulunduğunu ve bu zulümlerden hangi mücâdeleler verilerek bugünlere ulaşıldığının bilinmesi bakımından, bu zarûrîdir.

      Hasan Umur Hoca'dan, yine çok ibretli bir hâtıra/ bir nasihat daha  naklederek, kendisini rahmetle analım. Diyor ki:

      "Birinci dünya harbi sıralarında Samsun ve Bafra havalisinde bizzat yaptığım tetkikatta, buralardaki hıristiyanların rumca bilmedikleri, öz Türkçe konuştukları, kiliselerinde dualarının tamamen Türkçe olduğu, âdetleri, kıyafetleri ve yaşayışlarının tamamen Türklerin aynı olduğunu görmüştüm. İşte bu Türk çocuklarına hıristiyan dini, milliyetlerini unutturmakla kalmayıp, Türklüğe karşı tam mânasıyla amansız düşman yapılmıştı.

     Vatanımızın bazı köşelerinde Türkçe değil, rumca ve daha başka dillerle konuşanlar vardır ki, müslüman oldukları için yabancı milletlere karşı icabında Türkler kadar nefret gösterirler.  Aradaki bağ islâmlık ve dindir. Bu misaller de gösteriyor ki, Türklüğün baka ve mevcudiyeti iki esasa bağlıdır: Dil ve islâm dinidir. Türk milleti daima bu iki esası göz önünde tutmalıdır. Mütefekkirlerimizin nedense inkılâptan sonra bu mühim nokta üzerinde henüz lâyık olduğu derecede durmadıklarını görmekteyiz.  Bu hususa dair kalemlerin çalışması zamanı gelmiştir. Hurafeleri bir tarafa attıktan sonra yaradılışa uyan dinimiz tam bir vuzuhla parlamalıdır. Türkün yüksek ruhundan ve dehâsından meydana gelen camilerimiz asra uygun şekilde pâk, temiz bir şekilde nurlanmalıdır. Bütün camileimiz Beyoğlundaki Ağa camii şekline girmeli, münevver zümrenin dimağlarına mâkes olmalıdır. Bu hususta Türkün ruhu uyanmalıdır." (Sf. 25)

    

      

       

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.