KUYU

Ahmet Ufuk Erkan

 

KUYU

 

                        İlk kez kuyu gördüğümde kaç yaşındaydım acaba? Bunu hatırlamıyorum. Fakat bir haftasonu gezisinde –henüz okul çağında olmadığım bir yaştayken- babamla oturduğumuz kır kahvehanesinin kuyusunu hatırlıyorum. Kuyuyu, buzdolabı gibi kullanıyorlardı. Meşrubatlar, bir kovayla sarkıtılmıştı içine.

 

                        Yıllar sonra, oldukça fazla yıllar sonra, Yusuf kıssasını okuduğumda, o köy kuyusu canlanmıştı gözümün önünde. İçimden, Yusuf bu yüzden bozulmadı demek ki, diye geçmişti. Sonra, O'nun atıldığı kuyusun susuz olduğunu, kör bir kuyu olduğunu… Fakat yine de o buzdolabı gibi kullanılan kuyuyla, Yusuf'u bozulmaktan koruyan kuyu, hep bir bağla bağlandı zihnimde. Kuyu korunaktı…

 

                        En garibime giden, kuyuya sarkıtılan ipin, o sağlam taşta bıraktığı izdi. Yılların yavaşlığıyla, kim bilir ne kadar uzun zamandır, öyle yumuşacık dokunarak, yer yapmıştı kendine ip… Kuyu, sakince dokunacağınız bir şeydi…

 

                        İnternette, daha önce duymadığım bir şiirine rastladım, rahmetli Necip Fazıl'ın:

 

                                               Ağzıma soğuk kurtlar dolacak, ağzıma kum,

                                               Dipsiz kuyu, sürdükçe zaman, sürecek uykum.

 

İki çukur arasında - iki kuyu diyelim bu şiirden sonra – bize verilmiş mühlet olan hayat… Birinden dünyaya, diğeriyle ölmeye… Kuyu hayata çıkıştı, kuyu ölümdü…

 

                   Ali Şeriati'nin, sanırım Hubut adlı eserinde anlattığı bir sahne var. Hz. Ali Efendimiz, o en buhranlı günlerde, gündüzünü sakin yüzlerle geçirdiği günlerin gecesinde, evinden hayli uzakta bir kuyuya, kapağını açıp  AH! dermiş... Kuyu, ah'ınızı dinleyendi, gizleyendi. Dert ortağıydı kuyu, sırdaştı.

 

 

[ O kuyu oraya nasıl gelmiştir? Kendiliğinden olamaz. Biri bulmuş olmalı. Ya da yoksa, hani bir su sızıyor da toprağın üstüne, gören biri, “buraya bir kuyu kazayım “ mı diyor? Belki de bir yöntemle, günlerce aramışlardır o kuyuyu. Peki, merak işte, bir kazma darbesiyle mi ulaşmışlardır suya? Şöyle, kulaklarını toprağa dayayıp, tren raylarına kulak dayar gibi, su sesi mi dinlemişlerdir? Kuyu, aramakla bulunandı. Kuyu kendini buldurandı. ]

 

                        Zamanla kaybolan kuyu var mıdır? Ya da kaybolmuşken bulunan? Belki de önünden yolcuların geçtiği, bir zamanlar, hani suyun su gibi aziz olduğu yıllar, az bulunduğu… O ıssız dağyollarındaki kuyular… Bir aklı evvel hayat vermiş olmalı onlara; taşından, dikeninden arındırıp. Kah, kazmayla kazarak, kah eliyle eşeleyerek. Suya ulaşıp, ortaya çıkarmak bir kuyuyu… Kazarken kirlenen elini arındırmanın hevesiyle  ve kandırmak için susuzluğunu. Ya da kendini kandırmak için. Kuyu fark edilendi. Kuyu kanılandı. Kuyu bir büyük yalandı. Kuyu bulunup bırakılandı, gelen giden su içsin… Kuyu bağıştı, bağışlanandı…

 

                        Sahi, kuyu neydi, nerdeydi? Var mıydı, yoksa yok mu? Bir hayaldi kuyu, hayat daha anlamlı olsun için…

 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.