KONFÜÇYÜS ( 2010 )

Ahmet Ufuk Erkan

KONFÜÇYÜS ( 2010 )

Film adı :Confucius (2010)

Yönetmen: Mei Hu
Ülke: Çin

Dil: Mandarin
Oyuncular (ilk 5)   Yun-Fat Chow, Xun Zhou, Yi Lu, Jianbin Chen, Quan Ren
IMDB: http://www.imdb.com/title/tt1397498/

 

                        Böyle bir çağda yaşamak isterdim. Sözün gümüş olduğu, söz gümüş olunca sükût etmenin altın olduğu… Sözün kılıca galebe çaldığı… İçimizde hep var olacak “başka çağa aitim” yoğun düşüncesi, hissiyatı. Konfüçyüs… Ardına tanrısallığı almadan konuşmuş biri. O yüzden daha da takdire şayan. Ardına tanrıyı almadan konuşmak ve inandırmak, daha büyük bir başarı. Yani sanırım… 

 

                        Düşünen adamın önemsenmeyen gücünü görüyorsunuz filmde. Düşünce cidden bir büyük güçtür, bunu anlıyorsunuz. Düşünce boğazlanmaz. Burnunu kırsan diliyle, dilini kessen gözüyle… Konuşur durur düşünce. En tehlikeli şey “konuşabilen düşünce”dir. Lisanlar üstü bile olabilir. Misâl, çoğumuz, Mandela'nın dilini bilmiyoruz. Ama düşüncelerinden haberdarız. Karşımıza çıkıp, sadece öksürse, eminim etkilenirdik.

 

                        “Söz uçar, yazı silinir” sözü, nesebi gayri sahih bir sözdür. Söz uçmaz. Yazıyı silsen de okuyan gözde izi kalır. Tüm izleri sileyim desen, bir büyük göz sahibi, kayda almıştır her şeyi…

 

                        Felsefeyi batıdan başlatan düşünceyi mahkûm edebilmem, epey zamanımı aldı. Filmde dendiği gibi: “iyi bir öğrencinin öğretmene ihtiyacı yoktur”; yani çoğu zaman diyelim; böyle diyelim ki, bir öğreticinin de gücünü hafife almayalım. Zira filmde bu sözü kullanan da netice itibariyle bir öğretmen.  Akleden kafa, soru sorar. Basit görünen sorulardır, kafadaki surlarda çeperler açan. “Milattan önce kimse düşünmedi mi yani?” diye sorduğunuzda, felsefenin tarihini batıdan başlatmaktan cayarsınız. (Milattan kastım, felsefe tarihinin miladı: Sokrat, Aristo. Onlar yokken, kimse yok muydu yerkürede? Ya da onlar yaşarken, kimse yok muydu yeryüzünde? )

 

                        Felsefe, aklın müthiş yürüyüşü yani, ilk insanla denk ayak başlamıştır. “Bu meyveyi niye yemeyeyim ki?” sorusu, insanın dünya macerasını başlatan soru… Soruyu sorar, cevabını verir ve katlanırsın çilene. Böylece değer kazanırsın zaten. Bu yüzden sınanmak gibi bir ödül elde edersin. Sınanmak, büyük bir ödüldür insan için. İmtihandan geçmez, hayvanat ve nebatat… İlk düşünce suçlusu, ilk insanın bizatihi kendisidir. O'na istediğiniz ismi verin. İsimlendirmeniz, sonucu asla değiştirmez, değiştirmeyecektir.

 

                        Yasak meyveyi dişler, düşersin. Düşüşlerin en mübâreği olmasaydı bu düşüş, yükselmek için şans yaratan kuvvetin de kıymet-i harbiyesi kalmazdı zaten. Hep cennet bağında kalsaydık, çayırlara salınmış öküzlerden farkımız kalmazdı. İşte bu yüzden, itikadımca diyorum, bir üst kuvvet varsa, bu yüzden farklıca seviyor bizi. Düşüşümüzün verdiği acıyı, sancıyı, ilk mekâna özlemimizi, bu yüzden dengeliyor.

 

 

                        Kafamdaki literatürde, düşünce, söz, yazı, felsefe aynı anlamı taşır. Seyredince göreceksiniz, düşünce, söz sanatı, “olmayan bir orduyu var edebilmektir”… Sihir gibi. Dilin kıvrımlı kıyılarından yararlanmak. Yoğu var edebilirsiniz. Olmayanı olur kılar, inandırır… İllüzyon…

 

                        Seyredince göreceksiniz, bir sülünü affeden zihniyete, bir insanı affettirmek ne zormuş. Kabuk bağlamış kalbe, bir kırık burnu izah, ne zormuş. “Başarmak istiyorsan, biraz ver”… Her yöne çekilebilecek elastiki bir laf,söz… Topal köpeğe ağlayan kalbi, bir insana ağlatmak ne zormuş, seyredince göreceksiniz. Başkasının kırıklarına ağlayamazsanız, sizin kırıklarınıza da kimse ağlamaz; seyredince göreceksiniz. “Susuz köpeğe su verdi ayakkabısıyla da bir bahçe buldu cennetten” hikâyesinin, iş insana gelince ne zor olduğunu göreceksiniz. Köpeği sula, lakin asla üzülme bir insanın kırılmışlığına… Revâ mıdır?..

 

                        İnsana ağlamayan göz, tüm mahlûkata ağlar olsa, boşa ağlar. İnsanı hâriç tut dünyadan, kimin, neyin önemi var ki? Topal karıncaya ağla da bir insana ağlama? Kadim soru budur son tahlilde…

 

                        Düşünce, savaş davullarını çalarsa eğer, önünde kimse duramaz. Ateş olup yakar; ateşten bir çığ… Göreceksiniz seyredince. Düşünce, çalarsa eğer savaş davullarını, ateşten bir çığ olur… Çalarsa eğer yorulan kollarıyla… Orada, o âteşin zamanda, ancak bir düşüncesiz keser boynunu, mecbur kalıp. Seyredince göreceksiniz.

 

                        [Konfüçyüs'ü ilk Muhaddere Özerdim'den dinledim. O zaman ki kafamla “hikâye”ydi resmen. Birkaç kişiydik. Eminim O, hiç de anlayarak dinlemediğimizi biliyordu. Özerdim'ler, Özerdim kardeşler, bu ülkenin kayıp değerleridir. Sami N. Özerdim (N. Nabi isminin kısaltılmışı) de ülkenin en önemli bibliyoğrafı, arşiv uzmanıydı. Okumaktan, birbirine yakınlaşmış iki sevimli göz. Bembeyaz saçlarıyla, alçak gönüllüğüyle bir  “adam”… Şöyle bir ev düşünün: Tüm koltukların arkası çıkartılmış. Duvardaki –evin tüm duvarları kitaplık- kitaplığa yaslanmış. Hatta oturduğunuz bazı koltukların da altı kitaplık… Bazı kitaplar birkaç tane. Orijinali, çevirisi, sonra daha yeni çevirisi… O kitaplar acep ne olmuştur? Sami Hocam kızacak ama O'na rahmet dilemek geldi içimden… Ve elbet, Muhadddere Hanımefendiye de… ]

 

                        “Ben doydum, sıra sende” denilen toplulukta, kimse aç kalmaz. Seyredince göreceksiniz…

 

Not: Bunca felsefeyi doğudan başlatmak minvalinde yazıp da Prof. Dr. Ahmet Cevizci'yi hayır ve rahmetle yadetmemek olmaz. Büyük bir adamın, basitce aramızdan kayıp gitmesi;gazetede küçük bir haber olarak¸maalesef...                      

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.