Eskiden insanlar birer çınar gibiydi. Kökleri toprağa bağlı, dalları gökyüzüne açık, rüzgarı bilen, yağmuru tanıyan… Şimdi ise herkes bir kristal vitrin eşyası gibi. Işığın altında parlamaya hevesli ama bir düşmeye görsünler... Asla toparlanamazlar.
Her insan kendini bir merkez sanıyor artık. Oysa bazısı durak bile değil. Sanki dünya, onun sosyal hikayeleriyle dönüyor. Konuşmalarında hep bir gizli övgü, adımlarında sanki zemin onun için serilmiş.
Unuttuğumuz bir şey yok mu sizce de? Kimse bu dünyada yeri doldurulamaz değil. Kimi gider, yerine yenisi gelir. Kimi konuşur, sesi unutulur. Kimi sever de adı bile hatırlanmaz. Bu kibir, bu değer sanrısı, iliklere kadar işlemiş. İnsanlar boş tartışmalarla, değersiz doğrularla, anlamsız yarışlarla kendilerine sahte bir anlam devşiriyor.
En çok bilen, en çok konuşan, en çok harcayan, en çok görünür olan onlar. Bunlar birer erdem değil. Sadece ve sadece geçici süsler. Yalancı kralların camdan tahtları bunlar. Bir gerçeklik rüzgarı esse, dağılacak hepsi.
İşin en acı tarafı, bu camdan tahtların üzerinde oturan sadece başkaları değil. Ben de bazen bu tahtlarda kendi yansımalarımı büyütürken, etrafımızdakilerin ince ince çatladığını göremiyorum. Evet, ben de dahil.
Kendi kelimelerimi yazarken, bazen her insan gibi kendimi övmekten, bazen de dikkat çekmek için küçücük duygularımı büyütmekten kaçamıyorum. Bu yüzden susmak, bazen yazmaktan daha zor oluyor.
Şunu da biliyorum. Sözlerimle insanlara dokunduğumu sanırken, bazen kendi sesimin yankısında boğuluyorum. Bu yüzden yazdıklarım, sadece dışarıya değil, kendime de bir çağrıdır aslında.
Daha az konuş, daha çok dinle. Daha az görkem ve çokca samimiyet. Çünkü değerli olmak, yalnızca görünmekle değil; gizli kalabilmekle, küçülüp kaybolabilmekle de ölçülür.
Egosunu besleyenler sanıyor ki önemli biri oldular. Oysa çoğu, kalabalık bir salonda kendine dönüp sürekli alkış tutan bir adam gibi. Öyle anlamsız öyle tuhaf.
Ses çok ama içerik yok. Koca bir yankı odasında, yalnızca kendi adını tekrar tekrar duyan biri ne kadar gerçek olabilir?
Peki ya hırs?
İnsanlar, varacakları yerin gerçekten önemli olup olmadığını düşünmeden koşuyor. Biraz daha para, biraz daha unvan, belki biraz daha izlenme. Sanki geride bırakacakları şeyler birer rozet olacak göğüslerinde. Oysa toprağın dili sadedir. Çok basittir.
Kimdin, ne hissettirdin, ne bıraktın?
Düşünmek. İnsanın, hayatın, evrenin anlamı üzerine... Bunlar artık vakit kaybı sayılıyor. Çünkü insanlar kendi sahte önemlerinden başkasına gözlerini kapamış durumda. Herkes kendi hayatının başrolü olmak istiyor ama kimse diğer oyunculara replik vermek istemiyor.
Bu yazıyı bir suçlama olarak değil, bir hatırlatma olarak yazıyorum. İnsan, en çok kendini unuttuğunda değer kazanır. Bir diğerini ya da bir şeyi hatırladığında. Birini dinlerken, bir çiçeğe su verirken, sessizce bir acıyı paylaşırken...
Camdan tahtlar güzeldir, parıldar ama üstüne biraz gerçeklik yağsa... İçinde oturanlar, aslında ne kadar çıplak olduklarını fark ederler. Belki o zaman, değerli olmanın görünmek değil, gerçekten bir iz bırakmak olduğunu anlarlar.
Çünkü insan, kendi yansımasını değil, bir başkasının gözünde tuttuğu ışığı anlamaya başladığında büyür. Gerçek güç, insanın kendini en çok sevdiği anda değil en çok sorguladığı anda başlar.