HAZRET-İ MEVLÂNA HAKKINDA BÂZI YANLIŞ TESPİTLER

M.Halistin Kukul

b) "Yine gel, yine  gel, kim olursan ol, yine de gel!" diye başlayan rubaî , Hz. Mevlâna'ya âit değildir:

      Bu rubaîyi, ben, bizzat, T. C. Kültür Bakanlığı tarafından 15-17 Aralık 2000 tarihleri arasında tertip edilen "Uluslararası Mevlâna Bilgi Şöleni"ne sunduğum " Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sinde İnsan" konulu tebliğimde kullandım. Ve bu tebliğim, aynı yıl, Kültür Bakanlığı tarafından çıkarılan  "Uluslararası Mevlâna Bilgi Şöleni Bildirileri" adlı kitabın 519-534'üncü sayfalarında  yayınlandı. Hattâ, oturumlardan birinde, bu rubâînin Mevlâna'ya âit olup olmadığı, kısa bir süre, söz konusu oldu. Kimse üzerinde durmayınca, vazgeçildi.

    Daha sonra, Mesnevî-hân Şefik Can, Tarih ve Düşünce Dergisi'nin ondokuzuncu Haziran 2001 tarihli sayısında, bu rubâînin Mevlâna'ya âit olmadığını ve Mesnevî'nin altı cilt olduğunu, sonradan  O'na atfedilen yedinci cildin Mevlâ'nın olmadığını ve  "Ne olursan ol yine gel.."in bu ciltte yazılı olduğunu söyler.

        Bu hususta, 22 Şubat 2014 tarihli Fazilet Takvimi'nde şunlar yazılmaktadır: "Şiir, ilk olarak İran coğrafyasında yetişmiş iki  âlimin eserinde yer almıştır.

     Bunlardan biri Ebû Saîd Ebu'l-Hayr'ın (Ö.1049) Divân-ı Eş'ar'ındaki rubâîleri arasında geçer. Öbürü Baba  Efdal-i Kâşî'ye (Efdalüddîn-i Kâşânî ) (Ö.1268)'ye atfedilir. Bu Farsça rubâîyi Harabat' ına alan Ziya Paşa da dörtlüğün yanına Baba Efdal-i Kâşî ismini yazmıştır. Bu kadar eski mâzîsi olan bir şiirin nasıl ve ne maksatla Mevlâna'ya atfedildiği, hangi çıkarlara âlet edildiği de başlıbaşına bir araştırma mevzuudur."

      Ebû Saîd Ebu'l-Hayr (967-1049), hepsinden daha önce yaşadığına göre, bu rubâînin, O'nun olması akla ve ilme daha yakındır.

      Bu hususta; Prof. Dr. Erkan Türkmen, Tarih ve Medeniyet Dergisi'nin onyedinci sayısında , rubâîde geçen  (bâz â)nın mastarının (baz amadan) olduğunu ve "tövbe etmek veya pişman olmak" demek olduğunu ifade ederek, bu rubâîyi şöyle mânâlandırır:

      "Bâz â bâz â her ân çi hestî bâz â / Ger kâfir u gebr u but-perestî bâz â/

       În dergâh-i mâ dergâh-i nevmî dî nîst / Sad bâr eger tevbe şikestî bâz â "

       Yâni: "Vazgeç(tövbe et), vazgeç, her neysen vazgeç / Eğer kâfir, mecusi, putperest isen vazgeç/

                   Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir / Yüz kere tövbeni bozsan da vazgeç "

c) Hz. Mevlâna; raks etmedi / dönmedi, ney çalmadı:

       Bu mes'ele, 'semâ veyâ simâ' bahsinde geçer ve 'semâ veyâ simâ'nın ne olduğu, nasıl yapılacağı / yapılması gerekeceği hakkında  bilgi verir.  Bu mevzûda; İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin, A. Fârûk Meyân tarafından tercüme edilip 1973 yılında İstanbul'da  Bedir Yayınevi tarafından neşredilen Kimyâ-yı Saâdet adlı kitabının 337 ile 353 üncü sayfaları arasında ve yine İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin Ahmed Serdâroğlu tarafından tercüme edilen ve 1985 yılında Bedir Yayınevi tarafından neşredilen "İhyâu' Ulûmi'd-dîn" isimli bir hazîne değerindeki  eserinin ikinci cildinin 675 ile 751'inci sayfaları arasında çok geniş malûmat edinilmesi mümkündür.

     Ancak;  umûmî bir tariften sonra, bu bahse dönmek istiyorum: "Semâ': Bir veya birkaç kişinin çalgısız, âletsiz okudukları dînî, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleştiren, şiirleri, kasîdeleri dinlemek. (Bknz. Simâ)" tir.

      (Bknz: Dînî  Terimler Sözlüğü, Cild:2, Türkiye Gazetesi  Yayını, İstanbul. Sy. 175)

    Raks'a ise:" Oynamak, dans." karşılığı verildikten sonra, şu açıklama önem arzediyor: "Tasavvuf yolları çoktur. Bunların içinde en lüzûmlusu ve en uygunu sünnete yapışan ve bid'atlerden (dinde reformlardan) kaçan büyüklerin yoludur. Bu büyükler, her sözlerinde ve her hareketlerinde, sünnete uyup da, kendilerinde hiçbir keşf, kerâmet, hâl, görüş ve ma'rifet hâsıl olmaz ise, hiç üzülmezler. Fakat bunların hepsi hâsıl olup da, sünnete uymakta gevşek davranırlarsa, bunları hiç beğenmezler. İşte bunun içindir ki, bunların yolunda simâ' ve raks yasaktır. Böyle şeylerden hâsıl olacak lezzet ve hâllere kıymet vermemişlerdir. Bundan hâsıl olan şeylere dönüp bakmamışlardır. (İmâm-ı Rabbânî)"

    (Bknz: a.,g., Ansiklopedi,Sy. 127)

    "Raks, eli, ayakları tempo ile oynatmak ve dans etmek demektir. (...)İhtiyarî  olmayan, yani kendi elinden olmadan raksa vecd denir. Vecde gelmek, kendi elinde olmadığı için günah değildir."                 ( www.ehlisunnetbuyukleri.com)

     Muhakkak ki, bu hususlarda temel kaynağa Kur'ân-ı Kerîm'e müracaat esas olmalıdır. A'râf sûresinin 51. âyetinde şöyle buyurulmaktadır: " O kâfirler, ki dinlerini bir eğlence ve oyun edinmişler, dünya hayatına aldanmışlardı. Onlar bugünlerine kavuşacaklarını nasıl unutmuşlar ve âyetlerimizi nasıl bilerek inkâr etmişlerse, bugün biz de onları unuturuz."  ( Bknz: Kur'an-ı Kerîm Meâli ve Tefsiri, Tibyan Tefsiri, Merhum Ayıntabî Mehmed Efendi, Bugünkü Dile Çeviren ve Açıklayan: Süleyman Fâhir, Bütün Kitabevi, İstanbul 1956, sy. 379)

    Yine; En'âm Sûresi'nin 70. âyetinde şöyle buyurulur: "(Yâ Resûlüm) Dinlerini bir oyuncak bir eğlence edinenleri ve dünya yaşayışına mağrur olan kimseleri kendi hâllerine bırak." ( Bknz: a.,g.,e., Sy. 339)

    Hazret-i Mevlâna buyuruyor ki:

     "Pes zî cân kün, vasl-ı Canan-râ taleb / Bî leb-ü gâm mîgû nâm-ı rab."

     Yâni: "O hâlde, Canana kavuşmayı, cân-u gönülden iste / Dudağını oynatmadan, Rabbinin ismini kalbinden söyle."

        'Zikr'i bile, 'dudağını oynatmadan' , bunu riyâ sayarak, söylemeyi nasihat eden ve "Kurân'ın kölesi" ve "Muhammed muhtarın yolunun tozuyum" diyen Hazret-i Mevlâna , nasıl olur da, yukarıdaki âyet-i kerîmelere rağmen, raks'a meyledebilir?

      Bu hususta, doğrudan doğruya Hazret-i Mevlâna'yı ilgilendirmesi bakımından, İslâm âlimlerinin de önemli beyanları mevcuttur.

     "Allahü teâlâ aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, ney veya başka  hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi." (Abdülhakîm Arvâsî)"                           

      (Bknz: a.,g.,Ansiklopedi, Sy. 127)

        Yine, Seâdet-i Ebediyye adlı eserinde, M. Sıddık Gümüş, Hazreti Mevlâna için şöyle der: "Ney ve dümbelek çalmadı. Dönmedi, raks etmedi. Bunları, sonra gelen câhiller uydurdu." (Bknz: Seâdet-i Ebediyye, Hazırlayan: M. Sıddık Gümüş, Hakikat Kitabevi, İstanbul 1986, sy. 993)

     Mesnevî'de, Emîrü'l-Mü'minîn Hazret-i Ömer (r.a.) zamanında ," ihtiyar çalgıcının hikâyesi " meşhûrdur.  Bülbüllerin ve onu dinleyenlerin kendilerinden geçmesine rağmen, sonunda , kocalıp, kamburu çıktıktan sonra 'tövbe' ederek kurtuluşa ermesi, bu mevzûda en  bâriz ve en mühim örnektir. (Bu hususta: 1- Mesnevî ve Şerhi-1, Abdülbâki Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 2000, sy.  377-392; 2- Mesnevî -i Şerîf, Mütercim: Süleyman Nahîfî, Sadeleştiren, Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu, Timaş Yayınları, İstanbul, 2007, sy. 96-101; 3- Mesnevî,  Türkçesi: Tahirü'l Mevlevî, Yayına Hazırlayan: Selahaddin Tuna, Kırkambar Kitaplığı, İstanbul 2006, sy. 146-156 adlı eserlere müracaat edilebilir.) (Devamı Yarın)

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.