Bütün Mümkünlerin Kıyısındayız

Ekoloji bilimcileri diğer bir adlarıyla Ekolojistler EKOLOJİK bir dünya düzeni ve yapısı için çalışmalarına süreklilik kazandırdıklarını ve bunun içinde yanlarında mutlaka yazarların çizerlerin ve basının desteklerinin olması gerekliliğini  dile getirdiler. Seslerini bizlerin sayesinde duyurabileceklerini ifade eden Ekoloji Kollektivistleri , Ülkemizin Ekolojik durumunu  özetleyen bir ifadeler zincirini gönderdiler bana.

 Ekoloji Kollektivistleri her geçen zaman diliminde dünyamızın yaşayacağı olumsuz fiziki etkilenmeleri çok net bir diller anlatıyorlar.

EKOLOJİK KOLLEKTİVİSTLER:

Her gün binlerce insanın öldüğü, milyonlarca canlının yok olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Kapitalist dünya ekonomisi savaşa dayalı bir politika üzerinde şekilleniyor. Her şeyin alınıp satıldığı bu dünyada insanlar ve doğa yoksullaşırken, finans piyasalarında kârlarına kâr katan şirketler bu yoksullaşma ve yok oluş pahasına zenginleşiyor. Kafkasya-Balkanlar-Ortadoğu üçgeninde biçimlenen siyasal ve ekonomik egemenlik politikaları, siyaseti daha acımasız ve sert bir zemine taşıyor. Bu coğrafyada şekillenen kan ve barut pazarlıklarında, toplumların ve doğanın yaşamının hiçbir öneminin olmadığını görüyoruz. Irak"ta binlerce yıllık uygarlıklar yağmalanırken, milyonlarca insan öldürülürken enerji, su, toprak üzerinde şekillenen pazarlıklar da bir o kadar sertleşiyor. Kapitalizmin ABD"den yükselen krizini atlatacak çözümler doğanın ve emeğin yoksullaşmasına dayanıyor. Sistemin sürdürülemez hale geldiği noktada sermaye çıkışını yeni talep yaratarak karlılığının devamını sağlamak için tüm dünyayı yeni savaşlara ve yıkıma çekmekte buluyor. Dünyayı çöküşe sürükleyecek politikalarından en ufak bir taviz vermeyen kapitalistler, dünyanın geleceğini göz göre göre yok oluşa sürüklüyor. Artık sürdürülebilir kalkınma yalanları da yetmiyor. Önümüzdeki yirmi yıl içinde daha fazla derinleşecek savaş politikaları hepimizin yaşamlarını alt üst edecek nitelikte ve çaptadır. Kuşatılmış coğrafyamızda tüm yoksullar, güçsüzler, ezilenler, mağdurlar bir parça ekmek, bir bardak su, bir nefes havadan mahrum kalmaktadırlar. Her gün dünya yoksullarının sofralarından çalınan hasat, tarım tekellerinin kasalarına akmaktadır. Dünyadaki savaş sanayinin en önemli bileşenleri olan tarım ve gıda şirketleri tahakkümü ve eşitsizliği derinleştirmektedir. Biyoteknoloji uygulamaları sonucunda tohumu denetim altına alan şirketler, milyonlarca yıllık evrim sürecini de denetimleri altına alıyor. Toplumların ve doğanın artık ve atık haline gelmesi pahasına geliştirilen politikalar, dünya üzerinde binlerce insanı topraksız, ekmeksiz, mülksüz bırakmaktadır. Kafkasya ve Ortadoğu başta olmak üzere enerji paylaşım savaşlarının eksenine sokulan, bu savaşı yönlendiren şirket ve devletlerin denetimi altına giren her coğrafya, halkların birbirine düşman edildiği, etnik temizliklerin gerçekleşme tehlikesini barındıran, ırkçı ve muhafazakâr taleplerin keskinleştiği, ağır savaş koşullarının kol gezdiği, doğa tahribatının en uç noktalara vardırıldığı koşullar yaratıyor. Sanayi uygarlığı savaşı perçinlerken, doğanın sınırlı olanaklarını da yok ediyor. Kapitalist "büyüme", "kalkınma" politikaları su varlıklarının sonunu getiriyor. Milyonlarca insan bir bardak su bulamazken yine de su sıkıntısının nedeni olarak, yoksullar gösteriliyor. Suya ulaşmak temel bir hak olmaktan çıkıyor. Uluslararası suların denetimi, yönetiminden başlanarak tüm su varlıkları şirketlerin kontrolü altına giriyor. Suda özelleştirme politikaları tüm dünya su varlıklarının geleceğini tehlikeye sokuyor. Dünya Su Forumu 2009 yılında bu eksende Türkiye ve Dünya egemenlerini bir araya getiriyor.  Kapitalist sermaye birikimi, tarım, gıda, enerji, su başta olmak üzere, yaşam değerlerinin kontrolünün derinleşmesine dayanıyor. Bu zeminler aynı zamanda halkların birbirine düşman edildiği, emeğin ve doğanın değersizleştirildiği, atık ve artık haline getirildiği koşulları da yaratıyor. Dünya bunun en acı sonuçlarını iklim değişikliği ve kuraklık sorunlarıyla yaşıyor.
Bu kapitalist dünyada yoksulların ekmeğe, havaya, suya ve toprağa kavuşması, nitelikli bir eğitim ve sağlık hakkından yararlanması, kendi geleceklerini kendilerinin kurmasının olanağı bulunmuyor. Bu dünyada suyun, toprağın, havanın özgürleşmesinin, kendi varlıklarını yeniden üretebilmelerinin koşulları yok ediliyor. Bu dünyada binlerce yıllık doğa ve tarih değerlerinin yaşatılmasının, insanların, hayvanların özgürleşmesinin olanağı yok. Bu dünyada, “herkese ihtiyacı kadar, herkesin yeteneğine göre” diyenlere yer yok. Ekmek, su, hava, hürriyet satılık. Bu kapitalist dünyada daha çok savaş, daha çok katliam, daha çok gözyaşı daha fazla otorite, tahakküm, sömürü daha fazla kâr demektir.

 

Türkiye"de Havalar, Sular

Dünyayla birlikte Türkiye"yi de tahakkümü altına alan küresel kapitalizm ve liberal-muhafazakâr siyasal rejim, enerji, hava, su, toprak, gıda varlıkları üzerinde şekillenen paylaşım savaşlarını da keskinleştirmekte. Bu varlıkları birer kaynağa ve mala dönüştürüp el koyarak kendi varlığını sürdüren sermaye açısından yeni birikim alanları yaratmak giderek daha fazla zor aygıtını hayata geçirmeye bağlı.
1982 Anayasası sonrasında Türkiye"de hız kazanan özelleştirme politikaları 2000"li yıllarla birlikte yeni bir görünüm kazanmıştır. 1982 Anayasası, kamu varlıklarının özelleştirilmesinin hukuki altyapısına olanak tanıdı. Ancak kamu varlıklarının özelleştirilmesine yaslanarak büyüyen sermaye birikimi tarihsel sınırlarına dayandı. Yeni birikim alanları için mevcut siyasal yapıyı da içine alacak topyekûn değişimler, bölgeyi de içine alacak bir dönüşüme eşiklik ediyor. Önümüzdeki yıllarda içinde bulunduğumuz coğrafyada sermayenin yeni birikim alanlarının genetik, biyolojik çeşitlilik, su, orman, toprak, gıda, enerji, hava, olduğu sermayenin yoğunlaştığı alanlardan da anlaşılmaktadır. Sermaye, bu alanlarda hukuki olarak tam bir serbestliğe kavuşma ihtiyacı duymaktadır. 2000"li yıllara kadar özelleştirmelerle, ülkeyi borçlandıranların borçları kapatılmaya çalışılmıştır. 2000"li yıllardan itibaren de doğa ve kültür varlıklarının satışı bu borç politikasını yönetmenin, sermaye birikiminin yeni politik müdahale alanıdır.
Son yıllarda hızını arttıran kentsel dönüşüm mantığının arkasında da bu gerçek vardır. Bu gerçek aynı zamanda temel hakları budayan, sağcı ve liberal eğilimini dışa vurmuştur. Bu açıdan 1982 Anayasası"nın mantıki sonuçlarına kavuşturulması gerekmektedir. Bu, 1980"li yıllarda Türkiye"nin devlet politikası olarak yöneldiği neoliberal politikaların mantıksal sonuçlarıdır. Bugün mevcut siyasal ve iktisadi rejimden bir kopuşu değil, sermaye birikimi açısından bir sürekliliği temsil edecek dönüşümler yaşanmaktadır. İçinden geçtiğimiz günlerde yaşanan kriz tartışmaları da bu açıdan değerlendirilmelidir. Savaş ve sömürüye dayalı bu politik hat, içinden çıkılmaz sorunlarının çözümünü toplumun sırtına maliyet olarak yıkıyor. Yaşamak hak olmaktan çıkıyor. Esnek üretim, işçileştirme, mülksüzleştirme süreçleri hızlanıyor. Toplumsal hizmetler piyasalaşıyor, her türlü doğa varlığı metalaşıyor. "Sosyal devlet", "işletmeci devlet"e dönüşüp, devletin otoriter karakteri daha fazla ön plana çıkarken, Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğu da giderek yoksullaşıyor. Bu yoksullaşma salt ekonomik bir yoksullaşma değil. Üretimin dışına itilen ya da düşük ücretle çalışmak zorunda kalan kitleler siyasal katılım yollarını da yitiriyorlar. Devlet işletmeciye, vatandaş müşteriye dönüştükçe, parlamenter demokrasi ve katılım araçları işlevsizleşiyor; temsili demokrasinin meşruiyet zeminleri yıpranıyor. İhracata dayalı büyüme ve piyasa ekonomisi siyasal karar alma süreçlerini merkezileştirdiği oranda emeği de siyasal katılımın dışına itiyor. Cumhurbaşkanlığı ve 22 Temmuz 2007 genel seçimleri bu çıplak gerçeği bir kez daha göstermiştir. Toplumun büyük bir kesimi için temsili demokrasi, seçimler, oy kullanmanın siyasal katılım açısından herhangi bir karşılığı bulunmamaktadır. Ortadoğu coğrafyasının yeniden şekillendirilmesinde AKP"nin temsil ettiği İslamcı- muhafazakâr siyasal hatta verilen yeni rol, bölgedeki savaş ve sömürü üzerine kurulu istikrar koşullarını bozacak güçlerin şu ya da bu şekilde kontrol altına alınması, marjinalize edilmesi ve bastırılmasıdır. Bu politikaların geliştirilmesi için, bir yandan toplumsal barışı bozacak etnik, dini temelli ırkçı hezeyanları daha diri tutmak; diğer yandan sömürü ve savaş karşıtı siyasal ve sosyal hareketleri ise şu ya da bu şekilde geriletme çabaları ortaya çıkmaktadır. Mart 2009 yerel seçimlerine doğru, savaş koşulları altında yaşama mücadelesi verenleri, temel hak mücadelelerini, siyasal ve toplumsal hareketi zor bir dönem beklemektedir. AKP hükümeti eliyle yürütülen özelleştirme, serbestleştirme politikaları her gün daha büyük bir insan kitlesini yoksullaştırırken, doğa tahribatının boyutlarını da derinleştirmektedir.

Ne Yapmalı, Nasıl Yapmalı?

Ekososyalist Forum tam da bu şartlarda düzenlenmektedir. Başta tarım, enerji, su, gıda, toprak ve havanın özelleştirilmesi, temel hizmetlerin piyasalaştırmasına karşı bir mücadelenin yükseltilmesi zorunluluğu bu süreçte önümüzde durmaktadır. Varlık koşulu atık ve artık üretmeye dayalı mevcut sistem doğayı ve emeği özgürleştirecek bir yönelim sergileyemez. Bu nedenle sermayenin toplumun ve doğanın var olma zeminlerini yok etmesi karşısında ilk elden söylenecek şey, kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltme zorunluluğudur. Verilecek mücadelenin kapitalizm karşıtı bir mücadele olduğunu kabul ettiğimiz anda bu mücadelenin açığa çıktığı bir takım maddi pratiklerin özgüllüklerini de ortaya koymak gerekir. Yoksa tek başına kapitalizm karşıtlığını anlamanın olanağı kalmayacaktır. Bu zorunluluk sermayenin açığa çıkma biçimleriyle ideolojik, teorik ve pratik hesaplaşmayı da zorunlu kılar. Bu hesaplaşma emek mücadelesinin görünümlerinde cisimleşmektedir. Ekososyalist Forum bu zeminlerin yaratılmasına bir katkı niyetiyle örgütlenmektedir. Kapitalizmin kırda ve kentte yaratığı tahribatın sonuçları geniş halk kesimlerini etkilemektedir. Ancak bu tahribat karşısında nasıl bir politik yönelimle, nasıl bir örgütlenme anlayışı ile nasıl bir dünya istediğimizi ortaya koymak gerekmektedir. Ekolojist mücadelenin siyasal özneleri olarak ortaya çıkmaya başlayan kır ve kent yoksulları, kadınlar, işçiler, işsizler, mülksüzleşmeye başlayan çiftçiler ve köylülerin ortak bir mücadele zemininde nasıl örgütleneceği sorunu önümüzde durmaktadır. Her şeyden önce kır ve kent emekçilerinin kolektif mücadele birliğini sağlama görevi, emeğin ekoloji mücadelesini yükseltme, çok özneli bir kamusal alan yaratma, bu siyasal öznelerin birbirine bakışımlı bir tarzda örgütlenmesi sorumluluğu ve gerekliliği önümüzde durmaktadır.
Siyasal iktidarların politikaları, dünyadaki ve Türkiye"deki genel siyasal durum, tüketim toplumunun alışkanlıkları, modern değer yargıları ve hatta toplumsalın kuruluş biçimine kadar genişleyecek bir hatta geniş bir problemler zinciri karşısında, ekolojik krizi kapitalizm karşıtı bir mücadele ile aşma ufku, politik zeminlerini yaratma konusunda sıkıntılar yaşmaktadır. Bu açıdan bir dolu sorun yumağı ile karşı karşıya kaldığımız bir çağda, yoksullaştırma ve yağmaya dayalı egemen politikalar, toplumun geniş bir kesimini çırılçıplak bırakmaktadır. Her türlü güvence, dayanışma, yardımlaşma ve siyasal alana katılma olanağını yitirmiş bu toplum kesimleri aynı zamanda yaşama haklarını da yitirmektedirler. Yaşama hakkı bugün bir direnme hakkına dönüşmeye başlamıştır. Bu açıdan ekolojist sosyalist mücadele, emek eksenli, özyönetim anlayışına dayanan, toplumsal adalet ve eşitlik vurgusunu ön plana çıkartan, kapitalizm karşıtı siyasal hattı bütünlüklü bir tarzda örgütlemeyi başarmalıdır. Ekolojist - sosyalist mücadele önümüzdeki dönemde kendi toplumsal pratiklerini açığa çıkartmak açısından emek hareketinin içinde ideolojik tahkimat yapma, bu mücadeleyi toplumsal dinamikleriyle buluşturma sorumluluğunu üstlenmek zorundadır. Ekososyalist bir mücadele bu zeminden yükselecektir. Ekolojik krizin mağdurları olarak ön plana çıkan kitlelere yüzünü dönebilecek, bu kitlelerle ilişki kurabilecek bir dilin yaratılması ilk elden üzerine düşünmemiz gereken sorun alanıdır. Politik dilin, uzmanlaşması, teknikleşmesinden kurtulmak gerekmektedir. Ancak bunu gerçekleştirirken de bir tür ekonomizme bulanmış bir politik dili de yeniden üretme tehlikesinden kurtulmak gerekmektedir. Bunun için toplumsal mücadelenin kadınların, emeğin ve doğanın özgürleşmesi mücadelesi olduğunu ısrarla vurgulamak gerekir. Bu özgürleşmenin sadece toplumsal bölüşüm ilişkilerinde kurulacak bir eşitlik temelinde değil, toplumun kendi geleceği hakkında karar verebilmesine olanak tanıyan özyönetim tarzlarının örgütlenmesiyle mümkün olacağını göstermemiz gerekmektedir. Toplumun neyi, nasıl, ne kadar, kimin için ve hangi tarzda üretmesi ve tüketmesi gerektiğini sorgulamak bu açıdan oldukça önemlidir. Kapitalizmin yıkıcılığının, militarist, muhafazakâr ve liberal tarzlarda yeniden hortlatıldığı, kalkınmacı, sivil toplumcu, yönetişimci bakış açılarının ele geçirdiği kamu anlayışının alt üst edilmesi için çok özneli bir kamusal alan ve özyönetim deneyimlerine kapı aralamasını umut ettiğimiz Ekososyalist Forum “bütün mümkünlerin kıyısında” olduğumuzu açığa çıkartacak bir çoğulculuktan beslenmektedir.  Bu beslenmeye imkanları ve zamanları olan herkesi de bizim aracılığımızla davet ediyor Ekolojik Kollektivistler. Saygılarımla