Anasının unuttuğu yavrusu; Kıbrıs

Fatih Kelleci

Milli şuurumuz oluşmaya başladığından beri hiç ayrı tutmadık vatan topraklarımızdan. Birine Anavatan dedik diğerine de Yavruvatan. Büyüklerimizden böyle duyduk, kitaplarımızda böyle okuduk.

20 Temmuz Barış Harekatı kutlamalarının yapıldığı şu günlerin önemine ilişkin düşüncelerimi anlatmaya çalışacağım bu yazımda.

1991 yılında üniversite tahsilimiz için Samsun'dan 9 arkadaşla Kıbrıs'a gittik. Aklımda, üniversite hedefimi bile gölgeleyen, Yavruvatan ve Kıbrıs Türk'ü merakı, yüreğimde ise merakımın uyandırdığı tarifsiz bir heyacan yaşıyordum. İlk şaşkınlığımı okula kayıt için gerekli evrakların hazırlık sürecinde yaşadım. Ada'ya giriş için pasaport isteniyormuş. Nasıl olurdu bu? Yavru da olsa insanın kendi vatanına giriş yapması için pasaport da neyin nesiydi. Yaklaşık 1 yıl sonra bu uygulamadan vazgeçildi ve kimlikle serbest dolaşım sağlandı.

Asıl şaşkınlığı ise adaya giriş yaptıktan sonra yaşadım. Şaşıran sadece ben değildim gerçi, beraber gittiğimiz 9 arkadaş da aynı hayreti yaşıyordu. Bizim yavruvatanımızda her şey; sosyal ve medeni hayat da dahil olmak üzere İngiliz kültürüne göre şekil almıştı. En çok da trafiğine alışmakta güçlük çekmiştik. Ama alışmıştık zamanla.

Alışamadıklarımız da vardı tabi.

Bizimle konuşurken siz Türkler diyen, Türklerin Kıbrıs'ta dayanışmanın önünde engel olduğunu düşünen,1974 harekatı ve iki ayrı devlet yapısı yaşanmasaydı iki millet arasındaki sorunların kendiliğinden giderilebileceğini söyleyen, çok olmasa da kayda değer sayıdaki Kıbrıslının bize bakışlarına hiç alışamadık. Yaptığı herhangi bir hata sonucu özür dileme gereği duymuş Kıbrıslı kardeşimin mahcup bir halde ''sorry gardaş'' demesine bir türlü alışamadık.

Kimisi bizi uzaklardaki kardeşleri olarak görüp adada misafirleriymişiz gibi bizimle alakadar oluyordu, kimisi ise, baba parası yemeye gelmiş zengin züppeler olduğumuzu düşünüyordu. Halbuki, en azından benim, emekli bir babanın ve memur bir ağabeyin kısıtlı imkanları ile sırf okumam için adaya gönderdiği ortahalli bir genç olduğumu bilmiyorlardı. Adaya gelişimin henüz ilk ayı dolmuşken, yaşadığım hayal kırıklğı sonucu geri dönmek ile kalmak arasında gel-gitlerimin arttığı bir esnada ''napan buraşda gardaş'' diye seslenerek yanıma Mete adında bir arkadaş geldi. Canayakın bir arkadaştı ve kendisine açıldım. Kıbrıs ve Kıbrıs Türk'ü konusunda büyük bir gönül kırıklığımın olduğunu söyledim.
 
Mete şöyle başladı söze: ''Gardaşcığım dedi, Türkiye topraklarında yaşayıp da Türk'e düşman olan yok mu sanki? Buraşda da var tabi. Hepsinin de eşek tepsin kendini.'' (Kıbrısta büyük hakarettir bu)

Sana harekatı ve yaşadıklarımı anlatayım dedi ve gözleri dolu dolu anlatmaya başladı. 1974 Harekatı olduğunda Mete 6 yaşında bir çocukmuş ve bugün Rum tarafında kalan Limasol'de oturuyorlarmış. Babası Rumlarla çatışmalarda olduğu için evde dedesi ve annesiyle yalnızlarmış. Çatışmaların hızlandığı bir an Rumlar evleri yakacaklarmış diye haber gelmiş. Limasol'de ne kadar Türk varsa hepsi tek Türk sineması olan Cennet Sineması'nda toplanmışlar. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar. Bir süre sonra Rumlar gelmiş ve Türklerin sinemada olduklarını anlamışlar. Kalabalık bir grup olan Rumların başındaki çete reisi, ''Hepinizi öldüreceğiz, ama ölmek istediğiniz yeri siz seçin'' demiş.

Savunmasız yaşlı ve çocuklardan oluşan Türklerin büyükleri, sinemanın adı Cennet olduğundan dolayı orada ölürlerse adına hürmeten cennete gideceklerini düşünüp demişler ki bizi burada öldürün. Rumlar kabul etmişler ve kapıları kapatıp sinemanın etrafına benzin dökmeye başlamışlar. İçerideki herkes birbirine sarılıp hep bir ağızdan salavat ve tekbir getirmeye başlamışlar ağlaşarak. Tam bu sırada semalardan gelen jet sesleri duyulmuş peşpeşe.

Yakılacaklarını bekliyorlarmış, ama yaklaşık 1 saat geçmesine rağmen hiçbir şey olmuyormuş ve ses de gelmiyormuş. Fakat korkularından kimse dışarı da çıkamıyormuş. Kısa bir süre sonra sesler duyulmaya başlamış. Dışardakiler Türkçe konuşuyorlarmış ve ''Kimse yok mu? Neredesiniz? MEHMETÇİK geldi'' diye bağırıyorlarmış.

İşte benim koptuğum an.

Mete'nin boğazı düğümlenirken ben de artık kendimi tutamıyordum. Sinemadan çığlıklar yükseliyor semaya artık. Mehmetçik gelmiş, Türk askeri gelmiş, herkes birbirine sarılıyor, gözyaşları sevinçten dökülüyor artık. Kapılar açılıyor. Mehmetçiği öpmeye doyamıyor analar, dedeler, nineler ve bebeler. Ayaklarına kapanıyor Mehmetçiğimizin, Kıbrıslı çaresiz masumlar.

Mete, anlatırken oluşan havanın tesirinden olacak herhalde kontrolsüz bir şekilde kalktım ve sarıldım Mete'ye. Sanki o sinemada bekleyen küçük bir çocuktu hala ve ben de onu kurtarmaya gelmiş olan Mehmetçiktim.

O an anlamıştım, Anavatan'da olduğu gibi Yavruvatan'da da Türk düşmanlarının olması, bu büyük ruha zarar veremeyecekti.

Ama Anavatan olarak Kıbrıs üzerindeki yanlışlarımızla da yüzleşmeliyiz artık. Yıllarca, Yunan megaloideası karşısında stratejik önemi üzerinde durduk hep, bir toprak parçası, kazanılmış vatan olarak gördük sadece. O topraklarda yaşayan insanlarımızın nasıl bir kültürle yetiştiğini hiç düşünmedik. Eğitim politikaları ile hiç ilgilenmedik. Uzun yıllar İngiltere'nin himayesinde ve tesirinde kalmış bu kardeşlerimizin unuttukları değerleri hatırlamaları için milli politikalar geliştiremedik.

Anavatan'dan Yavruvatan'a hep zenginlerimiz gitti tatil yapmaya, para harcamaya, Türkiye'de kumarhanelerin kapanmasıyla da ne kadar kumarbazımız ve hovardamız varsa soluğu Kıbrıs'ta aldılar. Kıbrıslı da Türkiye'nin hep kumarbazını ve hovardasını misafir etti topraklarında. Onlar da şahit oldukları kültür de İngilizinkinden farklı olmadı zaten. Kahraman mehmetçiklerimizin Rum işgalinden kurtardıkları Yavruvatan toprakları, neyazık ki artık kumarbaz Mehmet ağalarımızın fink yerleri oldu.

Artık milli kültür elçilerimizin de Kıbrıs'ı hatırlamaları gerekmiyor mu sizce de?

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.