Ahmet Ufuk Erkan

Ahmet Ufuk Erkan

NİNE (2009) (dokuz kadın ve bir hayat)

 

 

Yönetmen: Rob Marshall

Senaryo: Anthony Minghella , Michael Tolkin …

Oyuncular: Daniel Day-Lewis, Nicole Kidman, Sophia Loren …

 

 

                        Şöyle başını geri atarak kahkahaya boğulduğu yıllarını özlüyor. Çocukluğunun masum günahlarını, kaçamaklarını. Belli ki hem çocuk olmak, hem de bu yaşında olmak istiyor. Dokuz yaşında, bir revü izlemek… Hatta orada rol çalmak… Orada, orayla ipiçe olmak… Ve yine kendi olmak…

 

                       İmkânsızı dilese bile –birinin- “hallederiz” demesini istemek…

 

                        “son günün gibi yaşa”, dinlerin de önerisi budur. Ehl-i dünya, bunu şöyle anlarız “gününü gün et”. Ve zaten hayat, gününü gün etmekle, gününü son günü gibi yaşamak arasında gidip gelen bir ruh hâlidir. “dünyanın üç günlük” olmasından çıkarılan farklı anlamların ruhumuzda çatışmasıdır biraz da hayat. Heidegger’in “dasein” dediği, budur biraz da –hatta birazdan daha fazla. “O an’da olmak/bulunmak”… Carpe diem’den, ince, ipince bir ayrımla ayrılır bu lafız. “Yürüyorum, sadece buradayım” sözü, buna işaret filmdeki. Ve daha bir çok replik, görüntü...

 

                        Çocukluğunun dini eğitimiyle de hesaplaşıyor işte. Çocukluk, hani o hayata hayretle bakılan, merak edilen çağ. Gördüğün her şey karşısında şaşırarak, şaşkınlığa da düşmeden, şaşırarak… Hayret makamında bakmak. Öyle bakıyor, öyle bakıyorlar, kumsalda, harçlıklarını toparlayarak seyrettikleri kadına. Hayretkâr ve masum, günahı bilmediğinden, lakin içinde nüvesi bulunduğundan… Çocukluk, masum günahlar çağı… İmkân bulmuşken, dönüyor işte o yıllarına; kendine döndürüyor gözünü. Ki gözü, kamerası.

 

                        “o kadın bir şeytan” sözüyle, annesinin de bir kadın olması arasında… Minik bedenine inen “ceza” değneğiyle, her ne zaman günaha girse –ki günah neyse artık, karmakarışıktır zihin,günahın tarifinde- aynı değneği hissetmek… Hem günaha mütemayil, hem cezadan korkan… Hesabını görmeyi ahdediyor, geçmişinin, yani tümden kendi hayatının. Üstünden, kendi üstünden, bir silindir gibi geçmek… Ancak kendini yerle bir ederse, ezip geçerse rahata kavuşacak; bir nebze bile olsa…

 

                        (Eşi yüzünden –evlilik sebebiyle mi demeli, bilemiyorum- sanat hayatından uzaklaşan kadın bana, Itır Esen’i ve Zerrin Egeliler’i anımsattı/hatırlattı. Elbet, ikisinin sinemayı bırakması, tam da aynı yere tekabül etmiyor ama… Onlardan mahrum bırakıldığımız gerçeğini de değiştirmiyor. Ve Itır Esen, bir filmde görünmüş en son. Bulup seyretmem lazım, masum ve günahkâr çağlarımın güzel gözlü kadınını.)

 

                        Yazmak, bize   öğretilen bu “günah” kavramı yüzünden, hep zor geldi bana. O yüzden ben, hiç “tip” kurgulamadım. Hatta şu an, “hiç tip yaratmadım” diyeceğim ya, lakin o “günah” kavramı, “yaratma” kelimesini yazmamı bile engelliyor. Genel geçer tiplerle idare ettim, eğer öykü yazacaksam… O da bunu yaşıyor aslında. Sanatın, günaha bakan yakasıyla hesaplaşıyor; yani kendi hayatıyla…

 

                        O yüzden işte, hayatı anlatan kitaplar yasaklanır. Her kitap, her film, bizatihi hayatın kendisidir aslında. Hayat gibi ve hayat kadar ahlaki ve bir o kadar ahlaka müğâyir… Tıpkı hayat gibi… Seyreden -okuyan ya da- kendi hayatına müteradif yanı gördüğünde, aslında kendi hayatını yadsıyarak, mahkum eder yazıyı ve o filmi… Oysa seyrettiği ya da okuduğu, kendi hayatıdır. 

 

 

                        Karısını, perdeler ardında aldatan biri, bunu bir kitapta gördüğünde, bir filmde seyrettiğinde feryadu figan eder. O kitap, o film, birden bire, ahlaksızlığın tecessüm ettiği bir yapıdır onun gözünde. Her lafının sonunda, o meşhur, ağızlara pelesenk olmuş o küfür cümlesini, mesela, Recep İvedik’de, ya da Cem Yılmaz’da duyduğunda, hem gülümser, hem de mahkûm eder… Mahkûm ettiği kendidir.

 

                        Bir eser, sana seni anlatır. Dünyanı resmeder sana. Ve senin, bu anlatımdan duyacağın ters tepki de en fazla, bu eseri üreteni meşgul eder. Kendi eserine, senin gözünle de bakabilir zira o… O yüzden, başağrısı bitmez onun. Her üretiminin başında, her üretiminin sonunda, öylece bir panikle, heyecanla daha doğrusu, bekler…

 

                        O da bununla uğraşıyor işte bu filmde.

 

                        “Bu rüyadan uyanmama izin verme anne!”

 

                        İşte, film bu yüzden İngilizce, İtalya’da geçmesine rağmen. Zira bir dili müthiş bilseniz bile, rüyalarınızı kendi dilinizle görürsünüz…

 

Filmden ötürü paylaşmak istediğim bir şey: Bundan yıllar yıllar önce, bir gazetenin ekinde – ki büyük ihtimal Hürreyet’ti, yoksa Hayat veya Ses Dergisi miydi? - oyuklara kaçmış bir çift göz. Eğri bir burun, yanında, çıkık ve berbat elmacık kemikleri o burnun. İlaveten, tuhaf bir çene… Tek başlarına,  müthiş çirkindiler. Sonra o parçalar bir yüz oluyordu. Ortaya Sophia Loren çıkıyordu. Bu kadar, tek başlarına çirkin olan parçalardan, müthiş bir güzellik neşvünema eyliyordu… O zamanlar, ayrıca, kendisinden yaşlı ve kısa bir adama –sanırım adı Carlo Ponti idi- sadakati de O’nu ideal kadın yapıyordu gözümüzde.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Ufuk Erkan Arşivi
SON YAZILAR