Müzik ve yarattıkları, biraz da Pisagor

Müzik denilince, akla en önce insanda yarattıklarıyla ilintili tarafı gelir.

Sabah, radyodan kulağına varan bir Latin Amerika ezgisiyle daha canlı başlar güne insan; bir Azeri şarkısında arı bir aşkı duyumsar, bir aşığın pastoral çığlığında ya da bir dengbenjin hasıraltı olmuş feryadında yalınlığa kavuşur. Bir Hint doğaçlamasında zihnindeki gizemli dünyanın kapılarını aralar, Afrika müziğindeki tamtamlarda kendi ritmini keşfeder.

Timur Selçuk"a babasından kalan, “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın”da, yaşadıklarımızdan bir şeyler buluruz, sitem kaparız; Fuat Saka"nın rapatmalarında kıpraşır vücutlar dikleşir; Yaşar Kurt"un sözlerinde sorgular zihin netleşir; Ortaçgil “Benimle oynar mısın” diye sorarken çocuksu bir birliktelik hayal ederiz; Kızılok"un “Uyku Kardeşim”inde “biz”i tadarız; Cem Karaca"nın “Tamirci Çırağı”nda eşitsizliğin romanını okuruz; “Deniz ve Mehtap”ta mazoşist bir aşk acısına bulaşırız; Kazım Koyuncu"nun “İşte gidiyorum”unda göçer, gideriz; Moğollar"ın “Bi şey yapmalı”sında toplumsal sorumluluklarımız büyür, yapmadıklarımızın altında sıkışırız.

Aslında bu yazdıklarımın başına bir “belki” koymak en uygunu olacaktır. Çünkü bahsettiğim müziklerin herkeste yaratacağı öznel sonuçlar da elbette vardır. Bir ölçüde bu sonuçlar toplumsaldır da. Ne kadar toplumsal olduğu ise, toplumun yaşamı ile ilgilidir.

Mor ve Ötesi grubunun “Bir derdim var” şarkısı kimisinde yaşadığı gündelik bir derdi, kimisine de toplumsal bir tasayı rahatlıkla ifade edebiliyor. Dolayısıyla, yarattığı etkiler de farklılık gösterebiliyor. Buna karşıt olarak, “fidayda”nın tasavvufi etkiler yarattığı kimse tarafından iddia edilmez. İşte bu noktada da müziğin, belirli bir ölçüde toplumsal olduğunu kavrarız.

Toplum, eğer kendisine içkin halde bulunan bireyin, kendini gerçekleştirmesine olanak yaratıyorsa, o toplumda öznel olan vardır. Algı ve yargı çeşitliliği oluşur. Böylece, bir müzik eserinden kişiye kalan da değişkenlik gösterir. Tersi durumda, yani toplumun kişi üzerindeki egemenliğinin tartışılmaz dahi olduğu durumlarda – mesela köleci devletlerde böyledir – müzikte salt toplumsal olan vardır ve iktidari konumlanışı sebebiyle toplum, bir ölçüde “dayatan”dır.

Buradan da müziğin insan üzerinde yarattığı etkilerin toplumsallığının veya bireyselliğinin ölçüsünün, o toplumun yaşam biçimine ve nihayet bu yaşam biçimini belirleyen, o toplumdaki üretim ilişkilerine bağlı olduğu rahatça görülebilir.

Peki, malzemesi yalnızca ses olan müzik, nasıl oluyor da insanları etkiliyor? Elbette bu, çok çetin bir soru. Çok eski çağlardan beri filozoflar bu etki üzerine düşünmüş, yaklaşık bir asırdır da bayrağı psikoakustikçiler devralmıştır.

En eski uygarlıkların dahi bu etkinin farkında olduğunu, 50 bin yıldan beri kullanılmakta olduğu iddia edilen müzikle tedavi uygulamalarından çıkarıyoruz. Örneğin, Eski Çin"de, “Lo” adı verilen gür sesli bir gongun, cinleri uzaklaştırdığına inanılır ve hastanın yanında, iyileşmesi için çalınırdı. Müziğin insan üzerindeki etkisinin "ethos" olarak kavramlaştırıldığı Antik Yunan"da 2400 yıl önce,  “tıbbın babası” olarak kabul edilen Hipokrat, hastalarını ilahi dinlemeleri için tapınağa götürüyordu. “Lir” adı verilen telli çalgının insanların sıkıntılarını giderdiği, inançlar arasındaydı.

İşte, müziğin bu etki gücünü açık ve seçik olarak anlamak ve sistematik bilgiye dönüştürmek için bilinen ilk çalışma Antik Yunan uygarlığında, Pisagor tarafından M.Ö 5.yy. da yapıldı. Kendi ismini taşıyan ünlü dik üçgen teoremiyle matematiğe önemli katkıda bulunmuş Pisagor"un bugüne tek satır dahi yazısı kalmadığından, onunla ilgili bilgileri öğrencilerinin yazınlarından öğreniyoruz.

Pisagor"un ilk eğitimini Mısır kâhinlerinden aldığı, daha sonra Babil"de matematik öğrendiği biliniyor. Bir idealist olan Pisagor, dünyadaki her şeyin tanrısal bir uyum içinde olduğuna inanıyordu ve her bir nesnenin sayılarla ifade edilebileceğini savunuyordu.

Peki, Pisagor, müzikle ilgili neyi buldu? Uzun ve yorucu deneyler sonrasında, tellerin uzunluklarıyla, çıkardıkları sesler arasında bir oran olduğunu ve bu oranların değerlerini buldu. Telin boyu, yarısına indirildiğinde, sesin de oktavına ulaştığını, tel, 2/3"ne indirildiğinde, sesin de beşlisine ulaştığını… gözlemledi.

Pisagor"un yaptığı çalışmayı bugünkü terminoloji ile ifade etmek gerekirse, müzik ile fiziğin en temel ilişkisinin matematiksel olarak ifade edilmesidir.

Batı müziği ses sistemi, bu çalışma referans alınarak yaratıldı. Matematiksel hesapların gelişmesiyle de makamlardaki sesler ve çalgıların ölçüleri standart hale geldi.

Yine her bir makamın farklı etkiler yarattığı da çok eskilerden beri biliniyordu. Örneğin, Hint müziğindeki makamlar (raga), belirli mevsimler, aylar veya günler ile ilişkili olarak kabul edilir ve başka zamanlarda çalınması yasak olanlar dahi vardır.

Bir başka örnek olarak da ezanı verebiliriz. Ezan, her bir vakitte ayrı makamda ve üslupta okunur. Örneğin, sabah ezanı genellikle, uyarıcı etkisi bulunan “saba” makamında okunur. Akşam ezanı, rahatlık ve huzur verdiği söylenen “hicaz” makamında okunur. Bu, yaratılan etkinin arttırılması içindir elbette.

Böylece müziksel uyum, matematiksel olarak tanımlanabilir hale gelmiştir. Fakat bu uyum, doğada var olan bir uyum mudur, yoksa matematiksel ifadesinden sonraki uygulamalar mı kulakları biçimlenmiştir? Bu da başka bir yazının konusu, hem de çok daha büyük bir yazının.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi
SON YAZILAR