M. Hâlistin Kukul” ile Kültür-Sanat Sohbeti

M. Hâlistin Kukul” ile Kültür-Sanat Sohbeti
“TÜRK EDEBİYÂTI’NIN ŞÂİBELİ ÖDÜLLERE İHTİYACI YOKTUR!..”

“Gazetemiz Köşe Yazarı, Emekli Öğretim Görevlisi, Şâir ve Yazar M. Hâlistin Kukul” ile Kültür-Sanat Sohbeti

      “TÜRK EDEBİYÂTI’NIN ŞÂİBELİ ÖDÜLLERE İHTİYACI YOKTUR!..”

 

Röportaj: Ali KAYIKÇI

 

            * Samsun’un “Eğitim-Öğretim Kesimi”nin olduğu kadar “Kültür-Sanat Çevreleri”nin de yakından tanıdığı “OMÜ Eğitim Fakültesi Emekli Öğretim Görevlisi, Şâir ve Yazar M. Hâlistin Kukul” ile “Türk Edebiyâtı’nda Şâibeli Ödüller Meselesi” ile “Edebiyâtımızın Dünyâ Edebiyâtları İçerisindeki Yeri” konulu bir sohbet yapalım, dedik. Ortaya, aşağıda okuyacağınız örnek düşünceler çıktı. Diyoruz ve O’nun bu güzel fikirlerini de bu “Haftalık Sohbet”te “Siz Saygıdeğer Okuyucularımız” ile paylaşalım istiyoruz:

 

Ali KAYIKÇI:   -Muhterem Hocam; yaşça olduğu kadar edebî hizmetleriniz ve kültür-sanat dostlarına kazandırdığınız mânevî nitelikleriniz ile de pek çoğumuzun büyüğü olduğunuz için müsaadelerinizle “Ağabeyimiz” diye hitap eyleyeceğim.  Muhterem Ağabeyimiz, birkaç suâlimiz olacaktı. Efendim,  Türk Edebiyâtının (şiiri, romanı, hikâyesi, tiyatrosu, denemesi ile); dünyâ edebiyâtları içersinde,  bir müstakil hüviyette olarak,  varlığı hakkındaki görüşleriniz nedir? Bu konularda oldukça fazla okuyan, araştıran ve yazan bir kimse olarak, edindiğiniz kanaat nasıldır?

M. Hâlistin KUKUL:   -Ali Bey Kardeşim; mütevazı tavrınız ve iltifatkâr güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Bu konuda, başta şahsınız olmak üzere biz “Kültür-Sanat Ehli” kimselere düşen, elbette ki büyüklerimizden aldığımız ilhâm ve feyizle onların yolunda bulunmak ve karınca-kararınca onların bıraktığı yerden, bu gâye ile menzile ulaşmaya gayret göstermektir.  Sorunuza dönecek olursak; tabiidir ki önce dünyâ edebiyâtlarından neyin kastedildiğinin bilinmesi lâzımdır. Kimin, hangi zümrenin veya hangi milletin hangi türünün hangi tarz (lar)ı bu edebiyâtlara dâhildir ve ne yapmıştır? Ölçüleri nelerdir? Hangi fikrî, ilmî, bediî, ahlâkî yâhut içtimâî kıstasları taşımaktadırlar? İşin ucunda, herhangi bir menfaat, propaganda, ihânet veyâ ahlâksızlık bulunmakta mıdır? Bunlara benzer bütün sorular sıhhatli bir şekilde, san'atın sübjektif gerçeğini, objektif olarak değerlendirmek gerekir. Mes'eleye bu gözle baktığımızda, Türk Edebiyatının, dünyâ edebiyâtları içersinde, başta şiir olmak üzere, büyüklüğünün dört temel ayağı vardır:  

1) Türk Edebiyâtı, en eski edebiyâtlardan biridir…

2) Türk Edebiyâtı, çok sayıda büyük şâir ve edîbe sâhiptir…

3) Türk Edebiyâtı, en hacimli eserlerle doludur…

4) Türk Edebiyâtı;  ortaya konan eserler bakımından, fevkalâde üstün vasıflıdır ve cihanşümuldur…

Muhakkaktır ki, buna, sâdece Türkiye Türkleri edebiyâtı olarak bakamayız. Yaşayan Türk Dünyâsının Edebiyâtı bile ancak "muazzam"la ifade edilebilir.

Son dönemde bile, “Üstâd Necip Fâzıl”ın tâbiriyle söylüyorum, bizde "kitaplık çapta" şâir, edîb ve fikir adamları çıkmıştır ki, Necip Fâzıl, Peyami Safa, Kemâlettin Tuğcu, Cemil Meriç, Bahtiyar Vahabzâde, Feyzi Halıcı, Sezai Karakoç... bunlardan sâdece birkaçıdır.

 

Ali KAYIKÇI:   -Efendim; “Harf Devrimi”nin getirdiği bir takım olumsuzlukların yaşanmasına, Selçuklu-Osmanlı ve dolayısıyla da “İslâmî Kültür”den nispeten koparılmamıza rağmen ve de son cümlenize bağlı olarak, “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyâtı”nda bir hamleden bahsedebilir miyiz?.. 

M. Hâlistin KUKUL:  - Belirttiğiniz bâzı menfiliklere rağmen, bundan tabiî bir şey olamaz zâten. Bunca nüfus ve bunca ilerlemiş teknolojiyle, elbette ki, edebiyatımızda da görünür bir gelişme söz konusudur. Ancak; küçüldü, ufaldı denilen dünyâda, beş bin yıllık edebî mirasımızı ve üç yüz milyonluk Türk Dünyâsı Edebiyâtını görerek buna karar vermeliyiz. Hazret-i Mevlânâ'yı, Yûnus'u, Süleyman Çelebi'yi, Fuzûlî'yi, Bâkî'yi iyi idrâk ile bugünün mukayesesini yapmalıyız.        

Bütün bu mukayeselerden sonra, yine de iftiharla diyebilirim ki, merhale-merhale, son dönem edebiyâtımız hiçbir zaman bizi mahcup etmeyecek kadar mesafe katetmiştir...

Noksanımız; bizi, hakikî mânâda, yâni objektif olarak ortaya çıkaracak olan  "münekkit"liktir. Bu; ister merci diyelim, ister başka bir şey, münekkit yokluğu, bizim gerçek hüviyetimizi aydınlığa kavuşturamıyor...

 

Ali KAYIKÇI:   -Muhterem Ağabeyimiz; söz burada “münekkit”lik meselesine gelmişken, Eğitimci bir edîb olarak, malûm iftirâsı ile belli yerlere sinyâl verdikten sonra “Nobel Edebiyat Ödülü”nü almış olan kişiyi, nasıl değerlendirmek lâzımdır?.. Bu romancı; evet, “Nobel Edebiyat Ödülü”nü aldı. Ancak, bu ödülün alınmasında, edebî mi yoksa yukarıda bir nebze vurguladığımız şekilde,  siyâsî mi bir tercih var? Bunu siz nasıl seziyorsunuz?.. Türkiye bundan, gerçekten kazançlı mı çıkmıştır?.. Ne diyorsunuz?..

 

M. Hâlistin KUKUL:   - Her edebiyât eserinde fikir, hâliyle siyâset de vardır. Ammâ, her şeyden önce; böyle olduğu iddia edilen bir eserde,  "edeb, usûl, üslûp ve bediîyat" da  olmalıdır. İlkönce tartışılması gereken budur. Kaldı ki, eser başka, edebî eser başkadır. Her kitap, eser değildir ve her eser hüviyetli kitap da edebî değildir. Son yıllarda, İslâm memleketlerinde de bu ödüller verilmiştir. Tabiî ki, edebî olanlarını söylemek istiyorum:     

Salman Rüşdi ve Necip Mahfuz, bunlardandır. Bunlar, bilebildiğim kadarıyla, daha ziyâde Ehl-i Sünnet îtikâdı aleyhtarı, dinler arası diyalog yanlısı görünümlüdürler. Bâzı İslâmî değerlere dil uzatınca kıymet(!) bulmuşlardır. Kendi ülkelerinde bile, bu İslâm'a karşı tavırlarından dolayı, sevilmeyen kişilerdir. Avrupalılara yâhut da onların misyonerlerine yardımcı durumundadırlar. Câzibeleri(!) bundandır.  Salman Rüşdi, mânevî değerlerimize küfretmedi mi?.. Pamuk da benzerini, hatta millî değerlerimiz bakımından daha da ağırını yaptı... Dedi ki, "Türkler; bir milyon Ermeni, otuz bin Kürt kesti."  Bu nasıl bir iddiadır ki, içinde yaşadığı toplumu ve onun bütün târihini ve kültürünü hiçe sayıp iftirâ atar?.. Câhilâne olmaktan ziyâde, gayet tarafgir bir menfaatçilikle söylenmiş bu sözlerde fikrî, siyâsî olmaktan çok "ahlâkî" bir zafiyet de vardır. Olmayan bir şeyi oldu gibi ortaya atmanın "siyâsîlik"ten çok, "ahlâkîlikle" de alâkası vardır. Nobel ödülünü verenlerin, mes'eleye bu gözle baktıklarını asla sanmıyorum...

Kaldı ki, Pamuk,   -eğer kendini bu vatanın bir ferdi kabul ediyorsa- kendi memleketine ve târihine de ihânet etmiştir. Fransa dâhil, pek çok Avrupa kırallarını himâye eden bir millet, târihinin hiçbir döneminde katliâm yapmamıştır... Aksine, katliâm yapanları ve yapmak isteyenleri kınamış, yolundan çevirmiştir; hâlen de “Halep” mes’elesinde olduğu gibi, çevirmeye devam etmektedir...

Ali KAYIKÇI:   - Muhterem Hocamız;  bu ödül karşısında, siz, O. Pamuk'tan, hangi davranışı beklerdiniz?..

M. Hâlistin KUKUL:  - Doğrusunu isterseniz, bu sözleri söyleyebilen birinden, ben, ilk önce mânen tövbe etmesini ve ardından da bu azîz milletten özür dilemesini beklerdim... Bu olmadıktan sonra, verilen veyâ alınan ödülün bu millet nezdinde, bu memleketin gerçek sâhipleri gözünde, müspet mânâda hiçbir hükmü yoktur. Sevinen sâdece Rumlar ve Ermeniler olmuştur. Sâdece bunlar değil elbette. Bunlar, görünenlerdir. Kıs kıs gülenler ve Kriptolar da var tabii ki... Onlar da, zamanında ve hâlen de dünyânın çeşitli yerlerinde gerçekten katliâm yapanlardır: Fransızlar gibi, Hitler'in milleti gibi, Stalin'in veya Mao'nun, Coni’nin câmiâsı gibi... Elbette ki, Pamuk, en azından, Jean Paul Sartre'ın yaptığını yapabilirdi. Satre'a, "Müjde!..." demişler, "Nobel ödülü bu yıl size lâyık görüldü."  Sartre,  yüzünü buruşturmuş, onların olsun cevâbını vermiş. Kendisine verilmesi düşünülen parayı ve altın madalyayı da kabul etmemiş. Sartre, ateist biridir ammâ, şahsiyetli biridir. Fikrinin adamıdır...

Türk Edebiyâtının şâibeli ödüllere ihtiyacı yoktur. Hangi sahada olursa olsun, şâibeli her ödül, Türk milletinin şanlı geçmişini zedeler. Hazret-i Mevlânâ'nın çok vecîz bir sözü var: "Ya olduğun gibi görün, yahut da göründüğün gibi ol!.."

Pamuk'tan elbette bunu da beklemiyoruz. Meselâ, Yüksek Öğrenim Kurumu eski Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç, Fransızların kendisine verdiği (Legion d'honneur) adlı liyâkat nişanını, Fransa'ya iade etme basiretini göstermiştir. Bu nişanı, 17 Eylül 2004'te almıştı. Milletini, bir madalyaya değişmedi. Takdire değer, alkışlanacak bir davranış sergiledi. 

Ali KAYIKÇI:   -Efendim; bu Nobel ödülü, millete-memlekete ve kültür-sanat dünyasına hizmet bakımından, sizce bu kadar mühim midir? Buna lâyık olabilecek başkaca edebiyatçılarımız yok mudur?.. 

M. Hâlistin KUKUL:   - Ali Bey Kardeşim; umûmî olarak, eğer samimî olarak verilecek ise, ödüller teşvik edicidirler. İçte ve dışta, bu hep böyledir. Ammâ, görülüyor ki, Türk milletinin gururunu zedeleyen ve ona iftirâ atmayı yeğleyen bir davranışla karşı karşıyayız. Bu Nobel ödülü, bundan böyle, bizi, hep, katliâm yapan olarak gösterecektir. Bizde, Pamuk'la mukayese etmeksizin söylüyorum  -zîrâ, ondaki ahlâkî, siyâsî ve içtimâî değerler, aslâ ve asla arz edeceklerimle mukayese kabul etmez-  bir Yılmaz Boyunağa, bir Sevinç Çokum, bir Emine Işınsu, bir Ahmed Günbay Yıldız, romanda hemencecik sayabileceğim birkaç isimdir. Kaldı ki, şiirde, bir Sezai Karakoç, bir Abdurrahim Karakoç, bir Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, bir Fâzıl Hüsnü Dağlarca, bir Feyzi Halıcı... bunun ve benzerlerinin çok-çok fevkindedir. Bir şâir veya edîbi, önce kendi vatandaşını sevmeli. Eğer, eserinden beş on sayfa okunup bırakılıyorsa, o kimse, iyi düşünmeli... Kendi vatandaşına beğenilmekten ziyâde O’nun, Avrupalıyı ve Ermeni Lobisini hoş tutmayı hedeflediği anlaşılıyor. Belki de, bu güzide milletle bu sebeple alay ediyor ve iftirâ atıyor. Bütün mes'ele, Avrupa'dan ve malûm Lobicilerden bir "Âferin!.." almakta imiş, demek ki!..                                                                                                     

Ali KAYIKÇI:  - Muhterem Hocamız, söz bu yamuktan açılmışken,  onun eserlerinde; sizce, estetik kaygı denilen haslet yok mudur?..                                                                                          

M. Hâlistin KUKUL:   -  Çok iyi bir hususu dile getirdiniz Sayın Kayıkçı, maalesef böyle bir kaygı yok. Ben, sâdece “Kar” adlı kitâbını okudum. Coğrafya bizim, insan bizim, fakat baştan sona orada “biz” dediğimiz cevherlerimizden bir eser yok. Ahlâk sıfır. Hâliyle, estetik de sıfır olacaktır. Üslûp, benim gibi düşünen dost şâir, yazar ve münekkitlerden okuduğuma göre, diğer kitaplarında da "üslûpsuzluk" üzerine inşâ edilmiş... 

  Sayın Kayıkçı,  çok merak ediyorum; bizim ahlâkî, bediî, edebî ölçülerimizin ayâr merkezi, "Avrupaî düşünce" midir?.. Bu nasıl iştir?.. Bizim, cihânşümûl tefekkür menbalarımıza ne oldu?.. Kurudular mı?.. Avrupa, icâzet makamı mıdır?.. Fransa Millî Meclisi, sonrasında sahte dost Almanya hem hukuka, hem târihe karşı yanlış bir karar almıştır. Ödül, bu ve benzeri kararlara dayandırılarak karartılmıştır. Türk, yapmadığı bir fiille muhatap edilmek istenmiştir. Arkadan vurulmuştur. Bu yara, edeb yarası değildir. Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, bütün dâvetlerimize rağmen, her ne hikmetse, bu güzel memleketimize, Türkiye'mize gelmemiştir ammâ, ödül öncesinde Ermenistan'ı ziyâretten geri durmamıştır. Hâliyle, Pamuk'un aldığı ödülü, ben, üslûpla, usûlle, bediî endîşe veya edebî kaygı ile bağdaştıramıyorum.... 

Ali KAYIKÇI:   -Saygıdeğer Hocam; bir gazeteci yazar, O. Pamuk ile bağlantılı olarak şöyle diyordu: "Her alanda dünya ligine çıkmak istemiyor muyduk? Bir zamanlar Türk sağı tarafından ezbere olarak karalanan Nazım Hikmet'in Sovyetler Birliği pençesindeki esir Türkistan'da, bugünkü Azerbaycan, Özbekistan gibi devletlerde okunduğunu, şairin buralarda sevildiğini öğrenince hayret etmiştik. Onlar komünist rejimde esirken sosyalist bir şair nasıl olur da makbul adam olurdu? Asya Türkleri şöyle diyorlardı, "Nazım ideolojisi bizi alâkadar etmez, onun mısralarında Türkçe'ye hasretimizi dindiriyoruz."

Sahiden, bu, böyle midir?.. Pamuk ve Nâzım'ı müşterekleştirmek doğru mudur? Şimdiye kadar “Necip  Fâzıl” anılınca ardından "Nâzım" diyorlardı; şimdi de Pamuk deyince niçin Nâzım diyorlar?.. Bu değişikliğin sebebi, sizce ne olsa gerektir?..

M. Hâlistin KUKUL:   - Bir kitaplık hacminde bir mevzû. Şike veya şâibe ile hiçbir  "dünyâ ligine çıkmak" istemiyoruz. Bu iddia, her şeyden önce,  "millî, dînî, edebî ve insânî" düşünenlere ağır bir ithamdır... Evet, hepsi için böyledir, bu... Neresinden başlayalım!.. Meselâ; "...ezbere olarak karalanan..."  öyle mi? Acaba bilmezler mi, çok sevdikleri ve övdükleri Stalin kaç milyon Türk'ü ve Müslüman'ı öldürttü, sürgüne gönderdi?.. Ne kadar Müslüman dîn âlimini katlettirdi?.. Şu mısralar Nâzım'ın değil mi?:

"Ben eski Moskovalıyım/Eski İstanbullu olduğum kadar

Bu şehir benim şehrim/Ondokuz yaşımda bu şehre geldim

1922 idi yıllardan o yıl/Hey gidi gençlik hey!"

Bilmezler mi ki, güzel dinimiz ve güzel insanımız; onun lisanında   -bu lisan Türkçe bile olsa-  en çirkin, en kaba, en bedbaht ve komünizme karşı mücâdele verdikleri için hep nankördürler:

"Elimizde kırk ikiliktir bizim

Marksizm" diye kim haykırdı?..

"Gelin,/Kızıl tank taburları gibi dağları düzleyerek gelin....

Öldü Lenin/...ebediyen duymamak olur mu hiç/Lenin'in sözlerini?" mısralarının okul kitaplarımızda yer almasını arzularlar mı acaba? Bilmezler mi ki, o, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucucuna "Burjuva Kemal!" diye hitap etmiştir. Lenin ve Stalin'e övgüler ve ağıtlar yakan birinin, iş bize gelince  "Hav... hav... hak... tû..." demesi, hangi sevginin ifadesidir?..  O. Pamuk da, Atatürk'ü âdeta küçümseyen ifadeler kullanmıyor mu?.. İşte, bu cümleler de onun:    

"Atatürk, kendini içkiye vermiş meyhane kalabalığına Cumhuriyeti emanet etmiş olmanın güveniyle gülümsüyordu... Atatürk'ün leblebi zevkinin,  ülkemiz için ne büyük bir felâket olduğu..."

Türkistan'da, Azerbaycan'da, Özbekistan'da  "seviliyor"muş, Nâzım!.. Acaba ne adına?.. "Komünist rejimde", "sosyalist bir şair"  değil ki bunları söyleyen... Kendisinin, "komünist" olduğunu söyleyen birine, siz nasıl çıkıp da  "sosyalist" diyebilirsiniz? Anlamak mümkün değil!..

Şu doğrudur: Nâzım, yaptıklarını komünizm adına açık açık söylemiştir. Türkiye'yi Sovyet uydusu ve Türk milletini de komünist/ateist yapmak emelindeydi. Yanıldığını anlayamadan göçtü. Meselâ, 1925'te, yâni yirmi üç yaşında iken şunları yazdı:

"Bin dokuz yüz on yedi/Teşrinisani yedi

Yumuşak ve derin/Sesiyle Lenin

(Dün erkendi, yarın geç/Zaman tamam bugün) dedi

Açmış bir pencereyi Deli Petro/Petro'nun penceresiydi örtülen

Açılan Lenin'in penceresi."

Bu mısraların yazıldığı tarihten iki yıl önce, Türkiye'de Cumhuriyet ilân edilmişti. Şu  "hasret" gideren Nâzım'ın bu ihtişamlı Cumhuriyetimiz ve onun kurucusu hakkında niçin bir çift lâfı bulunmaz?..

Pamuk'un, ondan bu noktada elbette bir farkı var. Zîrâ Pamuk, demokratik, lâik, hür bir ülkede yaşıyor. Öylesine hür ki, küfrü taşıyabilecek kadar sabırlı, hazımlı ve suskun... Ancak, Nâzım'ın alenen yaptığını, o, ister kurnazca, ister sinsice deyin, el altından yaptı. Kendisine bunca nimeti bağışlayan bir milleti, hem alçak, hem kaatil, hem geri, hem de câhil gösterdi. Bu kişinin aldığı veya kendisine verilen ödül, her anıldıkça, zaman içinde onunla birlikte, hep o meş'ûm, iğrenç yalan cümlesi ile anılacaktır: "Türkler bir milyon Ermeni’yi ve otuz bin Kürt'ü öldürdü..."

Ya, Ermenilerin Moskoflara öncülük yaparken öldürdükleri Müslüman Türkler?.. Ödülü verenler de, alan kadar ahlâk mahrûmudur...

"Nazım'ın ideolojisi bizi   -yâni onları nasıl- alakadar etmez"miş?. Böyle şey olur mu?.. Peki, neyi alakadar edecek-miş?.. Olur mu böyle şey?.. "Türkçe'ye hasretimizi dindir"mek, o lisanın sâhibine ve sâhibinin inancına hakaret ve küfür etmekle mi olurmuş?..  "Düşmanıyım asaletin kelimelerde bile" diyen Nâzım'ın hangi Türkçe zevkinden ve sevgisinden söz ediyorsunuz?.. Bu,  nasıl bir iştir?!..

Kullandığınız dili, kimin ve neyin hizmetine veriyorsanız, dil, onu konuşur. O, bir vasıtadır. Elbette ki, dil, millî kültürün mühim bir unsurudur. Ancak, onu, yerli yerinde yâni o milletin lehine kullanmazsanız ne mânâ ifade eder?..

Nâzım veya onun gibiler, bu Türkçeyi nasıl konuşturdular? Siz ona bakın!.. Türk kültürüne yabancılaşmış olanlar, bu dili, milletin aslî değerleriyle çatıştırmış ve dâimâ dışarıdan medet ummuşlardır. Kendisine kucak açıp yetiştiren bu Türk Milletine ise hep sırt çevirmişlerdir...

(Mukayese etmiyorum ammâ) Hazret-i Mevlâna, eserlerini Farsça yazmış. Hem de ne eserler! Peki, ne buyuruyorlar: "Aslam Türkest eğerçi hindu gûyem".  Yâni, "Farsça söylüyorsam da aslım Türk'tür". Cihânşümûl mesajlı o muhteşem eserlerini Farsça yazdı ammâ, özünden kopmadı. Hepimizin, herkesin baş tacı oldu.

Bir eser; usûl, üslûp, edeb, bediîyat ile, bunların menşeini teşkil eden hakikî bir aşkla donanmadıktan sonra cemiyetine verebileceği fazla bir şey yoktur... Bunlar olmaksızın, dünyâdaki îtibâr yavan ve yalan ellerde kire gömülür, gider...

Ali KAYIKÇI:   - Muhterem Hocamız ve Ağabeyimiz; verdiğiniz bilgiler için kalbî teşekkürlerimizi sunuyor ve sözlerinizin iyi anlaşılıp güzelce yorumlanmasını Saygıdeğer Okuyucularımızdan istirham ile sevgi ve saygılarımızın kabulünü diliyor, gayretlerinizin ise “Cenâb-ı Allah” nezdinde “Âhiret Sermayesi” olmasını niyâz eyliyoruz efendim...

 

 

 

  

 

 

 

                                                                                                                                     

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.