M.Halistin Kukul

M.Halistin Kukul

GÖNÜL DÜNYAMIZDAN.../1

        Resûlullah  "sallallahü aleyhi ve sellem"  Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde : "Ameller niyetlere göredir" buyurmaktadırlar.
            Bu hadîs-i şerîf; düşünülen hayat başka, yaşanan hayat başka olamaz'ın hareket noktasıdır. Yâni; gönül /kalb başka yerde, kafa/beyin başka yerde olamaz. Olmamalıdır.
             O hâlde, gönül nedir ve gönül dünyâsı dediğimiz mekân neresidir?  Şuûraltı mı yoksa kalb'in mânevî mekânı mı?
            Tabiî ki, önce "gönül nedir", onu anlamaya çalışalım ve  ne olduğunu, önce sözlük mânâsıyla, kısaltarak, Misâlli Büyük Türkçe Sözlük'ten naklettikten sonra,  açıklayıcı mevzûlara girelim. 
      "Gönül  i. (Eski Türk. köngül) (Kökü hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür) 1.  îman, sevgi ve nefretin, iyi ve kötü bütün duyguların kaynağı kabul edilen kalbin mânevî  yönü, yürek....2. tasavvuf. Cenâb-ı Hakk'ın insanda tecellî ettiği yer, tasavvufî aşkın kaynağı: Gönül Çalabın tahtı/Çalap gönüle bahtı/İki cihân bedbahtı/Kim gönül yıkar ise (Yûnus Emre)...Müm'inin Kâbe'si gönül evidir/Kudret hazînesi Hakk'ın yeridir (...). 3. Gönül kelimesi aşağıda  bâzı örnekleri görüldüğü üzere çeşitli deyimlerde, a) Sevgi, aşk, muhabbet; b) İstek, arzu, meyil, heves; c)Kabul, râzı olma, rızâ; d)Cesâret, cüret; e) Hatır; f) Mîde vb. anlamları da kazanmıştır.
      *Gönül açıklığı, gönül almak, gönül avcısı, gönül bağı, gönül bağlamak, gönül birliği, gönül çekmek, gönül darlığı, gönül düşürmek, gönül (gönlünü) eğlendirmek (eğlenmek, gönül eğlencesi, gönül ehli, gönül eri, gönül etmek, gönül ferahlığı, gönül gezdirmek, gönül gözü, gönül hoşluğu ile (rizâsıyle), gönül huzuru (ferahlığı, rahatlığı ile, gönül (gönlünü) kaptırmak, gönül (gönlünü) kırmak ( yıkmak), gönül koymak, gönül maskarası, gönül okşamak, gönül oyunu, gönül rahatlığı ile, gönül rızâsıyle, gönül vermek, gönül (gönlünü) yapmak, gönül yarası, gönül yıkmak, gönülden, gönülden (gönlünden) çıkarmak, gönülden(gönlünden) çıkarmamak, gönülden çıkmak (ırak olmak), gönlü (gönlü gözü) açılmak, gönlü akmak, gönlü bulanmak, gönlü çekmek,  (Birine) gönlü düşmek, Gönlü (gönlü gözü) gani,  gönlü hoş olmak, gönlü ısınmak, gönlü ile oynamak, gönlü kalmak, gönlü kara, gönlü kararmak, (Birine) gönlü kaymak, gönlü kırık, gönlü olmak, (Birinde, bir şeyde) gönlü olmak, gönlü  râzı olmamak, gönlü yatmak, gönlü zengin, gönlünden çıkarmak, gönlünden geçmek (geçirmek), gönlünden kopmak, gönlüne ateş düşmek,  (Birinin) gönlüne dokunmak, gönlüne düşmek, (Birinin) gönlüne girmek, gönlüne göre, gönlünü açmak, gönlünü (gönül) almak, gönlünü avlamak, gönlünü çalmak (çelmek, kapmak), gönlünü çelmek, gönlünü eğlendirmek (eğlemek), gönlünü etmek (yapmak), gönlünü hoş etmek, gönlünü kapmak, gönlünü kaptırmak, gönlünü kırmak (yıkmak), gönlünü (gönül) okşamak, gönlünü oynatmak, gönlünü yapmak, gönlünce, gönüldaş, gönüllenmek, gönüllü, gönüllülük, gönülsüz, gönülsüzlük" (Bknz: Misâlli Büyük Türkçe Sözlük, İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı, İstanbul 2011, Sf.429-430)
     (Sözlük'te; bu kadar teferruat verilmesine rağmen bâzı  ifadelerin noksanlığını müşâhede ettim. Tespit edebildiklerim şunlardır:  "gönlünü fethetmek/gönülleri fethetmek, yüksek gönüllü, alçak gönüllü, gönlü genç/genç gönüllü, iki gönül bir olmak, can ü gönül/can ve gönü/can-ı gönül, gönül köprüsü, gönül ferman dinlemek." M.H.K.)
      Târîften, anlaşılacağı üzre, "gönül " kelimesinin özünde, "kalbin mânevî yönü" esas alınmış görünmektedir.
       Peki; "kalbin mânevî yönü"nden kastedilen nedir? Bunu nereden öğrenecek ve anlayacağız?
      İmâm-ı Gazâlî hazretleri ( 1058-1111) şöyle buyurur: "Kendini tanımak, bilmek istersen, iki şeyden yaratılmış olduğunu bilesin. Biri zâhirî kalıp. Buna beden derler. Göz ile görülebilir. Diğeri bâtın mânâsındadır. Ona nefs derler, rûh derler ve kalb derler. Bu, ancak hakîkat gözü ile bilinebilir. Baş gözü ile görülemez. Senin hakîkatin, aslın, bu bâtın mânasınadır. Ondan gayrisi ona tâbi'dir. Onun askeri ve hizmetçisidir. Biz bu mânâya kalb ismini vereceğiz. Kalb dediğimiz zaman, biliniz ki, bazan rûh dedikleri, bazan nefs dedikleri, insanın hakîkatini demek istiyoruz. Kalb demekle, göğsün sol tarafına yerleştirilmiş olan et parçasını (ya'ni yüreği) kast etmiyoruz. Onun bir kıymeti yoktur.  Hayvanlarda da, ölülerde de vardır. Baş gözü ile görülebilir. Baş gözü ile görülen her şey, bu âlemden olup bunlara âlem-i şehâdet denir.
     Kalbin hakîkatı bu âlemden değildir. Bu âleme garîb olarak gelmiştir. Yolcu gelmiştir. Görünen et parçası (yürek) onun taşıyıcısı ve âletidir. Bedenin bütün uzuvları, onun askeridir. Bütün bedenin pâdişâhı odur. Allahü Teâlâ'yı tanımak, O'nun cemâlini müşâhede etmek, onun sıfatıdır.  Teklîf ona olmaktır. Hitab onadır. Itâb ve ıkab onadır. Asıl saâdet ve şekaavet onun içindir. Beden, bütün bunlarda, ona uymaktadır. Onun hakîkatini bilmek sıfatlarını tanımak, Allahü Teâlâ'yı tanımanın, bilmenin anahtarıdır. Onu bilmeye çok uğraş ki, o çok yüksek bir cevherdir. Melekler cevherindendir. Onun asıl mâdeni, Allahü Teâlâ hazretleridir. Oradan gelmiştir, tekrâr oraya dönecektir. Buraya gurbete gelmiştir. Ticâret ve tohumu ekmek için gelmiştir. O hâlde bu mânâdaki ticâret ve ziraati bilmelisin."( Bknz. Kimyâ-yı Saâdet, İmâm-ı Gazâlî,, Bedir Yayınları, Tercüme eden: A. Fârûk Meyân, !stanbul 1973, Sf. 18)
     "Kalbin hakikatı bu âlemden değildir" ise, bu hususta , biraz daha geliştirici bir bilgiye ihtiyacımız olacaktır, demektir.     
       Bu hususta da, İmâm-ı  Rabbânî hazretleri (1563-1624), Mektûbat adlı eserinde  şöyle buyurmaktadır:  "İki  cihân se'âdetine kavuşmak, ancak, dünyâ ve âhıretin en yükseğine uymakla ele geçebilir "aleyhi ve alâ âlihi  minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ". Felesoflar, şerî'atin sâhibine "aleyhissalâtü vesselâm" uymadıkları, gözlerini ona uymak sürmesi ile parlatmadıkları için, âlem-i emrden haberleri bile yoktur. Nerede kaldı ki, Allahü tâlânın zâtına ve sıfatlarına erişebilsinler. Onların kısa görüşleri, ancak âlem-i halka yetişebiliyor. Bunu bile iyi göremiyorlar. 
      (Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsine birden "Âlem" denir. Çünki, her şey, O'nun varlığını ve sıfatlarını gösteren, birer âlamettir, işârettir. Âlem ikiye ayrılır: 1- (Âlem-i halk). Madde ve ölçü bulunan şeylerdir. Arşın içinde bulunan her şey, canlılar, yer, gökler, Cennet, Cehennem, melekler, hep, âlem-i halktır. Bu âleme (Âlem-i şehâdet) ve (Âlem-i mülk) de denir. Halk, ölçmek de demektir. . 2. (Âlem-i emr). Ol emri ile, bir ânda yaratılan, Arşın dışındaki şeylerdir ki, maddesiz, zemansız, ölçüsüzdürler.  Bu âleme (Âlem-i melekût) ve (Âlem-i ervâh) da denir.)
      (...) Âlem-i emrin birinci basamağı (kalb)dir. ..İkinci mertebesi (Rûh)dur. Rûhun üstü, (Sır) mertebesidir. Sırrın üstü, (Hafî), hafînin üstü (Ahfâ) mertebesidir. Bu beşine, (Beş cevher) denirse, yeri vardır. İşin özünü göremediklerinden, saksı parçalarını, cevher sanmışlardır.
     Âlem-i emrin bu beş cevherini anlamak ve bunlar üzerinde bilgi edinmek ancak, Muhammed resûlullahın "sallahü aleyhi ve sellem" izinde gidenlerin büyüklerine nasîb olmuştur.
      İnsana, (Âlem-i sagîr) (küçük âlem) denir. İnsandan başka mahlûkatların hepsine, "Âlem-i kebîr) (büyük âlem) denir. Âlem-i kebîrde  bulunan her şeyin, Âlem-i sagîrde bir nümûnesi, benzeri vardır. İnsandaki beş cevher de, birer nümûnedir. Bunların Âlem-i kebîrde asılları vardır. Âlem-i kebîrdeki o beş cevherin birincisi Arşdır. Ya'ni insandaki kalbin, Âlem-i kebîrdeki aslı Arşdır. Bunun için, kalbin bir ismi (Arşullah)dır. O beş cevherin, diğer dördü, hep Arşın üstündedir. Kalb, Âlem-i sagîrdeki, Âlem-i halk ile, Âlem-i emr arasında ortak bir geçit olduğu gibi, Arş da, Âlem-i kebîrdeki, Âlem-i halk ile, Âlem-i emr arasında bir geçiddir. Kalb ile Arş, Âlem-i halkda bulunuyor ise de, Âlem-i emrdendirler. Bu beş cevheri iyice anlamak, ancak tesavvuf yolundaki mertebeleri (konakları)  etrâflıca ve temâmen geçip, nihâyete varan Evliyânın büyüklerine nasîb olur." ( Bknz. Yeni Mektûbat Tercemesi, Onikinci Baskı,  İmâm-ı Rabbânî,  Mütercim; Hüseyn Hilmi Işık,  İhâs Vakfı Yayınları, İstanbul 1980, Sf.67-69)
     Târîfteki "kalbin mânevî yönü" yapılan bu açıklamalardır. Ancak, bu yol üzerinde, "Gönül Dünyâmızı" ifade edebiliriz.  Yoksa, hiç bir dayanağı/delili  olmayan sathî  sözlerle bir yere varmak mümkün olamaz. 
      Mukaddes kitâbımız Kur'ân-ı Kerîmde de bu hususta çok sayıda âyet bulunmaktadır. Birkaçınn meâlini  nakledelim:
      "Biz, insana, şahdamarından daha yakınız." (Kaaf, 16)
      "Ancak, Allah'a sâlim bir kalb ile gelenler başka. (O gün) Cennet takvâ  sâhiplerine yaklaşır/yaklaştırılır." (Şuara, 89-90)
      "Halbuki O Allahü teâlâ), sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz." (Mü'minûn, 78)
         "Arzın her yanı Allahü teâlânındır. Hakîkî mâlik O'dur. Mülkü bir mekâna  muhtas (mahsus) değildir.  Ne tarafa dönerseniz, namazda onu kıble edinmenize rızâ gösterir." (Bakara, 115)
        "İmânda kâmil olanlar/hakîkî mü'minler, ancak onlardır ki, Allahü teâlâ zikredildiği  vakit, kalbleri titrer/cezbelenir ve onlara, Allah'ın  âyetleri okunduğu zaman onların imânları artar ve Rablerine tevekkül ederler"  (Enfâl, 2)
       Hadîs-i Kutsî'de şöyle buyurmaktadır: " Ben, yerlere ve göklere sığmadım ancak mü'min kulumun kalbine sığdım."
     Peygamber Efendimiz diyor ki: "Hak celle ve âlâ (ben, beni zikreden, dudakları beni zikirle kımıldanan kulumla beraberim) buyurdu" (Bknz. Kur'ân-ı Kerîm Meâli ve Tefsiri, Tibyan Tefsiri, Merhum Ayıntabî Mehmed Efendi, Bugünkü Dile Çeviren ve Açıklayan: Süleyman Fâhir, Bütün Kitabevi, İstanbul 1956, Sf.76)
   (Devamı yarın)  
  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
M.Halistin Kukul Arşivi
SON YAZILAR