Gidecek yeri olmayanlara

Yüzyıllardır sahibi olduğumuz ve kutsal olarak tanımladığımız Anadolu coğrafyasının meskunları olarak bu coğrafyada varlığımızı idame ettirmenin bedelini her asırda fazlasıyla ödemiş olmanın daha doğrusu birileri tarafından ödenmiş olmasının rehaveti ve basit bir hamaset edebiyatı üzerinden hayatımızı sürdürüyoruz. Aynı rehavet ve hamasetin bizi üç kıtadan yani beşmilyonaltıyüzbin kilometrekareden sekizyüzondörtbin kilometrekareye sıkıştırmış olması ve daha da vahimi kültür ihraç eden bir medeniyetin kültür ithalatında başı çekmesi insanımızın dikkatini celbetmiyor ne yazık ki.  Beş bin yıllık tarihimizde mazluma ümit aşılayıp zalime korku salan, üç kıtada hüküm süren, yetiştirdiği ilim adamları ile adından söz ettiren, Batıya insanlığı öğreten medeniyetimizin maziye bakıp özlemle yad ettiği değerlerini kendi mecrasında değil de haçlı paranoyasından kurtulamamış Hıristiyan Batı kültüründe araması içine düştüğümüz/düşürüldüğümüz durumun ürkütücü bir göstergesi olsa gerek…
Bir doktor edasıyla hastalığı teşhis ettiğimizi varsayalım… Düşünmediğimiz, araştırmadığımız, tarih bilmediğimiz, kitap okumadığımız, dergi-gazete karıştırmayı lüzumsuz işler sınıfından meşgale olarak gördüğümüz, hep beklediğimiz fakat bekleneni veremediğimiz, aman dokunmasınlar dediğimiz, vs vs… Teşhis sadece bunlar olmamakla birlikte ilkokul çağındaki bir çocuğun dahi birkaç tanesini sıralayabileceği cinsten hepimizin malumu alışkanlıklarımız, ihmalkârlıklarımız…
Teşhisin kolaylığı yanında tedavinin zor ve uzun vadeli olduğu gerçeğini de görmek gerekiyor. Lakin zorluk uygulanabilirlikten değil, vazgeçemediğimiz alışkanlıklarımızdan kaynaklanmakta. Sürekli bahanesi olan bir toplum olduk çıktık. Elimizde üzerinde Türkiye haritası olan bir yapboz (puzzle) var ve haritanın arkasında bir adam… Adamı düzeltince haliyle Türkiye'de düzeliyor. Lakin adama farklı sıfatlar takmak çözümü yine başkalarında aramak yanlışlığına düşürüyor bizi… Çözüm biz de, kendimizde, özümüzde.. Yani haritanın arkasındaki düzeltilecek adam biziz. Bunun farkına varmak bile ülkemizi bir gömlek daha yükseltecektir, emin olunuz…
Bu topraklarda bu kadar rehavetle hiçbir millet uzun süre yaşayamayacağına göre derhal kendimize gelmemiz ve bu topraklarda yaşamanın bedelini çalışarak, üreterek, terleyerek, düşünerek, araştırarak, okuyarak ödememiz gerekiyor. Bu bedeli ödeyecek olan Ahmet'tir yahut Mehmet, Ayşe, Fatma vs. ama hiçbir zaman Michael, Rafael, Isabel veya Edwart olmaz, olmayacaktır…
Siyasete ve siyasetçiye kızmaya hakkımız yok! Onlar bizim aynadaki yansımalarımız değil mi? Birçok siyasetçi tanımış olabilirsiniz lakin ben otuz yıllık ömrümde Hakk'a ve hakikate teslim olmuş, vatanı, devleti, milleti için ellidört yıllık ömrünü adamış tek bir siyasetçi tanıdım O'da ideallerinin ve dağların zirvesinde kahpe bir pusuda şahadet mertebesine erdi…
Kaybettiğimizi bulmak, ayaklar altına aldığımızı başımız üstüne çıkarmak için başkalarının ayaklarını öpmeye de gerek yok! Beşbin yıllık Türk tarihinin bütün mesuliyetini taşımaya mecbur ve bu yolda mecnun olması gereken kimliğimizi bulmak için yapmamız gereken aktığımız vadiye, geçtiğimiz ovaya kendi milli kodlarımızla oluşturacağımız mecraya dönmektir. Bunun ilk adımı da kim olduğumuzu fark etmek, niçin yaşadığımızı sorgulamak, nasıl yaşamamız gerektiğine karar vermektir.
Aksi mi? Alperenlerin gidecek başka bir yeri, yarim deyip yurt tutacağı başka bir vatanı olmadığından dolayı hiç düşünmedim… Aksini Misak-ı Milli sınırları dışında gidecek yeri, yurdu, adası, villası, yazlığı olanlar düşünsün!
Bu topraklarda yaşama hakkımızı kaybetmeden yitiklerimizi bulmak ümidiyle…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi
SON YAZILAR