Ahmet Ufuk Erkan

Ahmet Ufuk Erkan

BİR YOL RÜYASI

                                                    BİR  YOL  RÜYASI

 

(Rasim Özdenören güzellemesi)

 

 

                   “Toz”lu yollardan geçmiş olmalıyım. Üstüm başım toz toprak. Her yanım, çalı çırpıdan görünmeyen yollarla çevrili. Girdiğim yollar, bir yere varmıyor. Fakat bulmalıyım. Duyduğum her “hışırtı”ya kulak kabartıyorum. Bulmalıyım. Deneye yanıla da olsa bulmalıyım. Çıkmam gerek bu karma karışık ormandan…

 

                        “Acemi yolcu”yum, herkes bilir. Mihmandarım?.. Mihmandarım da bilir… Sözünü dinlemediğim mihmandarım. Öylece görünür bana; dayatmadan, diretmeden… Sadece görünür, işaretlerle. “Eşikte duran insan” bilemiyor, eşiğin önü neresidir, ardı nerededir. Bu yollar mı eşiğe çıkacak, yoksa eşiğe sırt çevirdim de haberim mi yok? Ona doğru mu yol alıyorum, ona sırtım çevrili de ters yöne mi gidiyorum? Mihmandarım… Çağrılmadan gelen; hatta hep orda olan… “Ruh(um)un malzemelerini” yitirdim ben. Biliyorum, yitirdim. “Kafa karıştıran kelimeler”le düşünüşümden belli yitirdiğim. Bu bilgi yüzünden işte, kazanabilirim de… Yitiğini bilen kazanabilir.

 

                        “Denize açılan bir kapı” görüyorum birden. Sadece bir kapı. Ve alabildiğine görünüyor deniz. İsmime bakıyorum gözlerimi kısıp. Denizin bitişinden başka bir şey görmüyorum. Kıpırtısız deniz… “Ansızın yola çıkmaktan vazgeç” derdi bana; “ya da madem ki çıktın, korkma yoldan”. Mihmandarım… Yolgösterenim benim… Hâlâ görünmedi, diyorum içimden. Uykuyla uyanıklık arası… Bu bir rüya, diyorum ve çıkamıyorum o rüyadan… “İpin ucu”nu kaçırmadan uyansam. Ya da bir çıkış bulsam bu rüyada…

 

                        Birden  çığlık çığlığa bağıranları duyuyorum. Anlamsız, inleme mi, feryat mı belli olmayan çığlıklar. Ağaçtan sarkan biri, bunlar “çarpılmışlar”, diyor. Bazıları birbirine sarılmış, kolları “çözülme”den, nasıl beceriyorlarsa gözleri de üzerimde… Bağrışıyorlar. Yanlarından hızla geçmeliyim. Bir korku yalazı sarıyor tüm bedenimi, çabuk adımlarla geçiyorum, onlara hiç bakmadan… “Köpekçe düşünceler”le, gözüm ilerde, dişlerimi gösteriyorum onlara; korkmuyorlar, çığlıkları kahkahaya dönüyor: Bana gülüyorlar… Korkuma ve onları korkutamayışıma… “Hâlâ itinin izini sürüyor” dedi, pis dişleriyle sırıtan biri…

 

                        Ter içindeyim. Kafamın arkasında hissediyorum otobüsün koltuğunu. Uyanmak için çabalıyorum, olmuyor. Daha da derine dalıyorum sanki, sanki kan uykulardayım. Günlerce uyumamış kadar yorgun… Gerçekten uyumadım günlerdir…

 

                        Sesini duyuyorum: “Bir gönülde birkaç sevda olabilir”, diyor. İçimden itiraz ediyorum: “Hayır, hayır; benim gönlümde değil. Bu gönül tek sevdalık… Yoksa niye kurtarsın beni ölümlü sevdalardan? Eşiğini niye çıkarıp dursun önüme?” Tüm sevecenliğiyle, “bir gönülde birkaç sevda olabilir”, diyor tekrar.  ” “Yeniden inanmak”tan başka çaren yok!..” Neye inanmalıyım?

 

                        Biri beni uyandırsa… Otobüs mola da vermiyor. Kendi iniltimi duyuyorum. Yanımdaki adam eğilmiş bana bakıyor, hissediyorum: “Hastalar “, diyor “ve” sürdürüyor; “ “ışıklar”ı sevmezler”.Üstümüzdeki panelden kapatıyor ışığı. Karanlık daha da yoğunlaşıyor, o, lambayı söndürünce.

 

                        “İki dünya” arasındayım adeta: Uyku ve uyanıklık; bu dünya ve öte dünya; eşiğin önü ve arkası… Susadım… Kan ter içindeyim, dilim damağıma yapıştı. Uyansam, su istesem muavinden? Yapamıyorum…

 

                        Bir kuyunun başında buluyorum kendimi. Rüyamda yorumluyorum rüyamı: Susadım ya ondan görüyorum bu kuyuyu… Adamın biri çıkrıktan şarkılı bir ses çıkarta çıkarta su çekiyor. İyi ki “yüzler”i okumayı öğretmiş bana; bu adama güvenilir… Dizlerimin bağı çözülüyor, düşüyorum önüne. Dudaklarım kavlamış. Kendimin farkındayım; adeta görüyorum kendimi, betim benzim atık… Çenemin altından tutuyor eliyle, tasın dudağımdaki serinliğini hissediyorum; kana kana içiyorum ve hâlâ susuzum… Bu kimin yüzü? Bu hangi yüz ki, tüm susuzluğumla bakıyorum ona?..

 

                        Bozuk yollardan geçiyoruz, sallanıp duruyorum. Yanımdaki adam elini alnıma koyuyor. “Ateşi var, sayıklıyor.” Onu duyuyorum. Sesi, rüyamdaki ormanın rüzgârına karışıyor…

 

                        Yusuf yüzlü biri beliriyor. Züleyha yüzlü bir kadın, kucağında bir çocuk… Otel odasının kapısında beliriyor Yusuf. Züleyha’nın odasına girecek. Kapı açılırsa içeri gireceğim… Arkalarda bir çocuk ağlıyor. Tüm otobüs bir ağızdan sanki, “Sustur bacım çocuğu” diyor. Yine düştüm ormana… Aklım o kapının ardında kalıyor…

 

                        Gül kokusu duyuyorum. Muavin kolonya döküyor olmalı birine. Gül kokuları duyuyorum… “Ben ve hayat ve ölüm”… Öylece geçiyoruz gözlerimin önünden. Serin sularla yıkanıyorum gibi. Öldüm de yıkıyorlar gibi… Anlıyorum aslında, yüzümü kolonyalı mendille siliyorlar. Gül kokuları duyuyorum sürekli…

 

                        Bu ne biçim bir orman böyle? Ucu bucağı yok; yolu yok… Yine de yollar var gibi… Yoksa nasıl yoldan yola girip durabilirim? Geçilen her yer yol demek ki; demek ki bir geçen olursa her yer yol…

 

                        Kafamda müthiş bir ağrı. Ne arıyorum ben? Bu ormandan çıkışı mı; bir eşik mi? Ne arıyorum ben? Kendimi mi, kayıplarımı mı? Uyanmayı mı arıyorum yoksa? Gül kokusu artıyor…

 

                        Bir büyük bahçe çıkıyor önüme. Sırtı bana dönük, saçlarında günışığı yansıtan biri, “gül yetiştiren adam”lardan belli, öylece duruyor gülleri arasında… Mihmandarım… Azarlamadan konuşur benimle. “Dinlesen yorulmazdın” diyor. Neyi dinleseydim? Bahçeye gireceğim. Bir eşiğe basmak üzere olduğumu fark ediyorum; geri atıyorum adımımı… Neyi dinleseydim?.. “Eşikten geç artık”… Yüzünü dönüyor, sırtı hala yarım dönük bana… Yüzünün ışığı yüzümü aydınlatıyor. Bahçeyi kaplamış sabah sisi ardında kendimi görüyorum, kayıplarımı ve uyanışımı. Hepimiz burdayız, hepsi burda… Eşiğinin ardında…

 

                        Eşikten geçip geçemediğimi göremiyorum. Başım pencereye dönük, uyanıyorum… İnce bir yağmur, damlalar halinde akıyor camdan. Doğruluyorum yerimde. Adam, “İyice uyudunuz” diyor. “Sanırım karışık bir rüya gördünüz”.

 

                        Çoktan varmışız. Aceleci yolcular birer ikişer inmiş. Adamdan özür diliyorum, rahatsız ettiysem… Gülümsüyor bana, iniyor… Ayağımın dibinden çantamı alıp iniyorum ben de. Sabahın ayazı yalıyor yüzümü.

 

                        Telefonumu açıyorum. Rehberden adını bulup basıyorum arama tuşuna. Dingin, nasıl oluyorsa her zaman dingin ve bir o kadar sevecen sesiyle, “Aleykümselam hacı abi” diyor. “Abi, ben geldim” , diyorum. Yol boyunca saçma sapan bir rüya gördüm…

 

                        Kahkahasız ve biliyorum, tüm yüzüne yayılan gülümsemesiyle, “Gel” diyor. “Gel, konuşuruz kahvaltıda”. Gel deyişine icâbet ederek koyuluyorum yola… Hâlâ gül kokuları duyuyorum…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Ufuk Erkan Arşivi
SON YAZILAR